revizyon ile organize matbaacılık brnckvvtmllttrhaberi

Biyografiler : Osmanlı - Sadrazamlar

Sadrazamlar hakkında bilgi
Osmanlı Devleti sadrazamları ve başbakanlarına ait detaylı liste.
SadrazamlarSadrazam Göreve geliş tarihi Ayrılış tarihi
Köprülü Mehmed Paşa 1656 Ekim 31 1661


Ahmed KöprülüFazıl Ahmed Köprülü (1635 � Ekim 19, 1676) Ekim 31, 1661 Ekim 19
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1634/1635 � Aralık 25, 1683) Ekim 19 , 1676 Aralık 25, 1683
Nişancı İsmail Paşa Şubat 23 , 1688 Mayıs 2 , 1688
Mustafa Paşa Mayıs 30 , 1688 Kasım 7, 1689
Köprülü Fazil Mustafa Paşa(1637 - 19 Ağustos, 1691) Kasım 10, 1689 Ağustos 19, 1691
Arabacı Ali Paşa Ağustos 24, 1691 Mart 21, 1692
Hacı Ali Paşa Mart 23, 1692 Mart 17, 1693
Bıyıklı Mustafa Paşa Mart 17, 1693 Mart 1694
Ali Paşa Sürmeli Mart 13, 1694 Nisan 22, 1695
Elmas Mehmed Paşa Mayıs 3, 1695 Eylül 11, 1697
Amcazade Hüseyin Paşa Köprülü Eylül 17, 1697 Eylül 4, 1702
Daltaban Mustafa Paşa Eylül 4, 1702 Ocak 24, 1703
Rami Mehmed Paşa Ocak 25, 1703 Ağustos 22, 1703
Kavanoz Nişancı Ahmed Paşa Ağustos 22, 1703 Kasım 16, 1703
Damad Hasan Paşa Kasım 18, 1703 Eylül 28, 1704
Kalaylikoz Hacı Ahmed Paşa Ekim, 1704 Aralık 25, 1704
Baltacı Mehmed Paşa (1. kere) Aralık 25, 1704 Mayıs 3, 1706
Damad Çorlulu Ali Paşa Mayıs 3, 1706 Haziran 15, 1710
Köprülüzade Damad Numan Paşa Haziran 16, 1710 Ağustos 17, 1710
Baltacı Mehmed Paşa (2. kere) Ağustos 18, 1710 Kasım 20, 1711
Aga Yusuf Paşa Kasım 20, 1711 Kasım 11, 1712
Silahdar Süleyman Paşa (3. kere) Kasım 12, 1712 Nisan 6, 1713
İbrahim Hoca Paşa Nisan 6, 1713 Nisan 7, 1713
Şehid Damad Silahdar Ali Paşa Nisan 27, 1713 Ağustos 5, 1716
Hacı Halil Paşa Ağustos 21, 1716 Ekim 1717
Nişancı Mehmed Paşa Ekim 1717 Mayıs 9, 1718
Nevşehirli Damad İbrahim Paşa Mayıs 9, 1718 Ekim 16, 1730
Damad Silahdar Mehmed Paşa Ekim 16, 1730 cak 23, 1731
Kabakulak Ibrahim Paşa Ocak 23, 1731 Eylül 11, 1731
Topal Osman Paşa Eylül 21, 1731 Mart 12, 1732
Hekimoglu Ali Paşa (1. kere) Mart 12, 1732 Temmuz 14, 1735
Gürcü İsmail Paşa Temmuz 14, 1735 Aralık 25, 1735
Silahdar Seyyid Mehmed Paşa Ocak 10, 1736 Ağustos 5, 1737
Muhsinzade Abdullah Çelebi Ağustos 22, 1737 Aralık 19, 1737
Yeğen Mehmed Paşa Aralık 3, 1737 Mart 23, 1739
Hacı Ivazzade Mehmed Paşa Mart 17, 1739 Haziran 23, 1740
Nişancı Hacı Ahmed Paşa Temmuz 22, 1740 Nisan 7, 1742
Hekimoglu Ali Paşa (2. kere) Nisan 21, 1742 Ekim 4, 1742
Said Hasan Paşa Ekim 4, 1742 Ağustos 10, 1746
Tiryaki Hacı Mehmed Paşa Ağustos 11, 1746 Ağustos 24, 1747
Boynueğri Seyyid Abdullah Paşa Ağustos 24, 1747 Ocak 2, 1750
Divitdar Mehmed Paşa Ocak 9, 1750 Temmuz 1, 1752
Köse Bahir Mustafa Paşa (1. kere) Temmuz 1, 1752 Şubat 16, 1755
Hekimoglu Ali Paşa (3. kere) Şubat 16, 1755 Mayıs 19, 1755
Naili Abdullah Paşa Mayıs 19, 1755 Ağustos 24, 1755
Nişancı Biyikli Ali Paşa Ağustos 24, 1755 Ekim 23, 1755
Mehmed Said Paşa Ekim 25, 1755 Nisan 1, 1756
Köse Bahir Mustafa Paşa (2. kere) Nisan 30, 1756 Aralık 3, 1756
Koca Mehmed Ragib Paşa Ocak 12 , 1757 Nisan 8, 1763
Hamza Hamid Paşa Nisan 11, 1763 Eylül 29, 1763
Köse Bahir Mustafa Paşa (3. kere) Eylül 29, 1763 Mart 30, 1765
Muhsinzade Mehmed Paşa (1. kere) Mart 30, 1765 Ağustos 7, 1768
Silahdar Mahir Hamza Paşa Ağustos 7, 1768 Ekim 20, 1768
Yaglikçizade Nisani Mehmed Emin Paşa Ekim 1768 Ağustos 12, 1769
Moldovanci Ali Paşa Ağustos 12, 1769 Aralık 12, 1769
Ivazzade Halil Paşa Aralık 13, 1769 Aralık 25, 1770
Silahdar Mehmed Paşa Aralık 25, 1770 Aralık 11, 1771
Muhsinzade Mehmed Paşa (2. kere) Aralık, 1771 Ağustos 6, 1773
Izzet Mehmed Paşa (1. kere) Ağustos 11, 1773 Temmuz 7, 1775
Derviş Mehmed Paşa Temmuz 7, 1775 Ocak 5, 1777
Dare.eli Cebecizade Mehmed Paşa Ocak 5, 1777 Eylül 1, 1778
Kalafat Mehmed Paşa Eylül 1, 1778 Ağustos 22, 1779
Silahdar Seyyid Mehmed Paşa Ağustos, 1779 Şubat 20, 1781
Izzet Mehmed Paşa (2. kere) Şubat 20, 1781 Ağustos 25, 1782
Yegen Hacı Mehmed Paşa Ağustos 25, 1782 Aralık 31, 1782
Halil Hamid Paşa Aralık 31, 1782 Nisan 30, 785
Sahin Ali Paşa Nisan 30, 1785 Ocak 25, 1786
Koca Yusuf Paşa (1. kere) Ocak 25, 1786 Mayıs 28, 1789
Kethuda Çerkes Hasan Paşa (1. kere) Mayıs 28, 1789 Ocak 2, 1790
Cezayirli Gazi Hasan Paşa Ocak 2, 1790 Mart 30, 1790
Rusçuklu Cezayirli Hasan Serif Paşa Nisan 16, 1790 Şubat 12, 1791
Koca Yusuf Paşa (2. kere) Şubat 12, 1791 1792
Damad Melek Mehmed Paşa 1792 Ekim 21, 1794
İzzet Mehmed Paşa Ekim 21, 1794 Ekim 23, 1798
Yusuf Ziyaüddin Paşa (1. kere) Ekim 23, 1798 Haziran 24, 1805
Hafız İsmail Paşa Eylül 24, 1805 Ekim 13, 1806
Hilmi Ibrahim Paşa Ekim 13, 1806 Haziran 3, 1807
Çelebi Mustafa Paşa Haziran 3, 1807 Temmuz 29, 1808
A lemdar Mustafa Paşa Temmuz 29, 1808 Kasım 15, 1808
Memiş Paşa Kasım 16, 1808 Aralık, 1808
ÇarHacı Ali Paşa Aralık, 1808 Mart, 1809
Yusuf Ziyaüddin Paşa (2. kere) Mart, 1809 Şubat, 1811
Laz Ahmed Paşa Şubat, 1811 Temmuz, 812
Hurşid Ahmed Paşa Temmuz, 1812 Mart 30, 1815
Mehmed Emin Rauf Paşa (1. kere) Mart 30, 1815 Ocak 6, 1818
Derviş Mehmed Paşa Ocak 6, 1818 Ocak 5, 1820
Seyyid Ali Paşa Ocak 5, 1820 Nisan 21, 1821
Benderli Ali Paşa Nisan 30, 1821 Nisan 21, 1821
Hacı Salih Paşa Nisan 30, 1821 Kasım 11, 1822
Hamdullah Abdullah Paşa Kasım 11, 1822 Mart 4, 1823
Silahdar Ali Paşa Mart 4, 1823 Aralık, 1823
Mehmed Said Galip Paşa Aralık, 1823 Eylül 15, 1824
Benderli Selim Sırrı Paşa Eylül 15, 1824 Ekim 26, 1828

26 Ekim 1828 - Ocak 1829 Izzet Mehmet Paşa (1. kere)
Oca 1829 - 17 Şubat 1833 Resid Mehmed Paşa (d. 1836)
17 Şubat 1833 - 8 Temmuz 1839 Mehmed Emin Rauf Paşa (2. kere) (s.a.)
8 Temmuz 1839 - 29 Mayıs 1841 Mehmed Hüsrev Paşa (b. c.1756 - d. 1855)
29 Mayıs 1841 - 7 Ekim 1841 Mehmed Emin Rauf Paşa (3. kere) (s.a.)
7 Ekim 1841 - 3 Eylül 1842 Izzet Mehmed Paşa (2. kere)
3 Eylül 1842 - 31 Temmuz 1846 Mehmed Emin Rauf Paşa (4. kere) (s.a.)
31 Temmuz 1846 - 28 Nisan 1848 Mustafa Resid Paşa (1. kere) (b. 1800 - d. 1858)
28 Nisan 1848 - 13 Ağustos 1848 Ibrahim Sarim Paşa (b. 1801 - d. 1853)
13 Ağustos 1848 - 27 Ocak 1852 Mustafa Resid Paşa (2. kere) (s.a.)
27 Ocak 1852 - 7 Mart 1852 Mehmed Emin Rauf Paşa (5th kere) (s.a.)
7 Mart 1852 - 7 Ağustos 1852 Mustafa Resid Paşa (3. kere) (s.a.)
7 Ağustos 1852 - 4 Ekim 1852 Mehmed Emin Ali Paşa (1. kere) (b. 1815 - d. 1871)
4 Ekim 1852 - 14 Mayıs 1853 Damad Mehmed Ali Paşa (b. 1813 - d. 1868)
14 Mayıs 1853 - 30 Mayıs 1854 Mustafa Naili Paşa (1. kere) (b. 1798 - d. 1871)
30 Mayıs 1854 - 24 Kasım 1854 Kibrisli Mehmed Paşa (1. kere) (b. 1813 - d. 1865)
24 Kasım 1854 - 4 Mayıs 1855 Mustafa Resid Paşa (4. kere) (s.a.)
4 Mayıs 1855 - 1 Aralık 1856 Mehmed Emin Ali Paşa (2. kere) (s.a.)
1 Aralık 1856 - 2 Ağustos 1857 Mustafa Resid Paşa (5th kere) (s.a.)
2 Ağustos 1857 - 23 Ekim 1857 Mustafa Naili Paşa (2. kere) (s.a.)
23 Ekim 1857 - 7 Ocak 1858 Mustafa Resid Paşa (6th kere) (s.a.)
11 Ocak 1858 - 8 Ekim 1859 Mehmed Emin Ali Paşa (3. kere) (s.a.)
8 Ekim 1859 - 24 Aralık 1859 Kibrisli Mehmed Paşa (2. kere) (s.a.)
24 Aralık 1859 - 27 Mayıs 1860 Mütercim Mehmed Rüştü Paşa (1. kere) (b. 1811 - d. 1882)
27 Mayıs 1860 - 6 Ağustos 1861 Kibrisli Mehmed Paşa (3. kere) (s.a.)
6 Ağustos 1861 - 22 Kasım 1861 Mehmed Emin Ali Paşa (4. kere) (s.a.)
22 Kasım 1861 - 6 Ocak 1863 Keçecizade Mehmed Fuad Paşa (1. kere) (b. 1815 - d. 1869)
6 Ocak 1863 - 3 Haziran 1863 Yusuf Kamil Paşa (b. 1808 - d. 1876)
3 Haziran 1863 - 5 Haziran 1866 Keçecizade Mehmed Fuad Paşa (2. kere)(s.a.)
Jun 1866 - Şubat 1867 Mütercim Mehmed Rüştü Paşa (2. kere) (s.a.)
11 Şubat 1867 - 7 Eylül 1871 Mehmed Emin Ali Paşa (5th kere) (s.a.)
Sep 1871 - 31 Temmuz 1872 Mahmud Nedim Paşa (1. kere) (b. 1818 - d. 1883)
31 Temmuz 1872 - 19 Ekim 1872 Midhat Paşa (1. kere) (b. 1822 - d. 1884)
Oct 1872 - Şubat 1873 Mütercim Mehmed Rüştü Paşa (3. kere) (s.a.)
15 Şubat 1873 - Mayıs 1873 Mehmed Esad Paşa (1. kere) (b. 1828 - d. 1875)
Mayıs 1873 - 14 Şubat 1874 Sirvanizade Mehmed Rüştü Paşa (b. 1828 - d. 1874)
14 Şubat 1874 - 25 Nisan 1875 Hüseyin Avni Paşa (b. 1820 - d. 1876)
Apr 1875 - Ağustos 1875 Mehmed Esad Paşa (2. kere) (s.a.)
21 Ağustos 1875 - 13 Nisan 1876 Mahmud Nedim Paşa (2. kere) (s.a.)
Apr 1876 - 19 Aralık 1876 Mütercim Mehmed Rüştü Paşa (4. kere) (s.a.)
19 Aralık 1876 - 5 Şubat 1877 Midhat Paşa (2. kere) (s.a.)
5 Şubat 1877 - 11 Ocak 1878 Tunuslu Ibrahim Edhem Paşa (b. 1818 - d. 1893)
Başbakanlar
11 Ocak 1878 - 4 Şubat 1878 Ahmed Hamdi Paşa (b. 1826 - d. 1885)
4 Şubat 1878 - 18 Nisan 1878 Ahmed Vefik Paşa (b. 1823 - d. 1891)
18 Nisan 1878 - Mayıs 1878 Mehmed Sadik Paşa (b. 1825 - d. 1901)
Mayıs 1878 - Haziran 1878 Mütercim Mehmed Rüştü Paşa (s.a.)
Jun 1878 - Ekim 1878 Mehmed Esad Saffet Paşa (b. 1814 - d. 1883)
Oct 1878 - 28 Temmuz 1879 Tunuslu Hayreddin Paşa (b. 1821 - d. 1890)
28 Temmuz 1879 - Eylül 1879 Arifi Paşa (b. 1830 - d. 1895)
1 Ekim 1879 - Haziran 1880 Küçük Mehmed Said Paşa (1. kere) (b. 1838 - d. 1914)
Sep 1880 - 2 Mayıs 1882 Küçük Mehmed Said Paşa (2. kere) (s.a.)
Sadrazamlar
Jun 1882 - Kasım 1882 Küçük Mehmed Said Paşa (1. kere) (s.a.)
30 Kasım 1882 - 2 Aralık 1882 Ahmed Vefik Paşa (s.a.)
2 Aralık 1882 - 25 Eylül 1885 Küçük Mehmed Said Paşa (2. kere) (s.a.)
Sep 1885 - Eylül 1891 Kibrisli Mehmed Kamil Paşa (1. kere) (b. 1832 - d. 1913)
Sep 1891 - Haziran 1895 Ahmed Cevad Paşa (b. 1851 - d. 1900)
9 Haziran 1895 - 3 Ekim 1895 Küçük Mehmed Said Paşa (3. kere) (s.a.)
Oct 1895 - Kasım 1895 Kibrisli Mehmed Kamil Paşa (2. kere) (s.a.)
Nov 1895 - 9 Kasım 1901 Halil Rifat Paşa (b. 1820 - d. 1901)
13 Kasım 1901 - 15 Ocak 1903 Küçük Mehmed Said Paşa (4. kere) (s.a.)
15 Ocak 1903 - Temmuz 1908 Mehmed Ferid Paşa (b. 1852 - d. 1914)
22 Temmuz 1908 - 6 Ağustos 1908 Küçük Mehmed Said Paşa (5th kere) (s.a.)
Ağu 1908 - Şubat 1909 Kıbrıslı Mehmed Kamil Paşa (3. kere) (s.a.)
31 Mart 1909 - Mayıs 1909 Ahmed Tevfik Paşa (1. kere) (b. 1845 - d. 1936)
Mayıs 1909 - Ocak 1910 Hüseyin Hilmi Paşa (b. 1855 - d. 1922)
12 Ocak 1910 - 29 Eylül 1911 Ibrahim Hakki Paşa (b. 1863 - d. 1918)
4 Ekim 1911 - 17 Temmuz 1912 Küçük Mehmed Said Paşa (6th kere) (s.a.)
22 Temmuz 1912 - 29 Ekim 1912 Gazi Ahmed Muhtar Paşa (b. 1839 - d. 1918)
Oct 1912 - 23 Ocak 1913 Kıbrıslı Mehmed Kamil Paşa (4. kere) (s.a.)
23 Ocak 1913 - 11 Haziran 1913 Mahmud Şevket Paşa (b. 1856 - d. 1913)
12 Haziran 1913 - 3 Şubat 1917 Said Halim Paşa (b. 1863 - d. 1921)
4 Şubat 1917 - 8 Ekim 1918 Mehmed Talat Paşa (b. 1874 - d. 1921)
14 Ekim 1918 - 8 Kasım 1918 Ahmed Izzet Paşa (b. 1864 - d. 1937)
11 Kasım 1918 - 10 Mart 1919 Ahmed Tevfik Paşa (2. kere) (s.a.)
10 Mart 1919 - 4 Ekim 1919 Damad Adil Ferid Paşa (1. kere) (b. 1854 - d. 1923)
6 Ekim 1919 - 2 Mart 1920 Ali Riza Paşa (b. 1859 - d. 1932)
8 Mart 1920 - 2 Nisan 1920 Salih Paşa (b. 1864 - d. 1939)
5 Nisan 1920 - 18 Ekim 1920 Damad Adil Ferid Paşa (2. kere) (s.a.)
21 Ekim 1920 - 17 Kasım 1922 Ahmed Tevfik Paşa (3. kere) (s.a.)

12 Mart 2009 Perşembe | etiket | 0 comments [ Devamını Oku ]

Tarih : Osmanlı Tarihi - Savaş - Malazgirt Savaşı

Malazgirt Savaşı hakkında bilgi
Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen kuvvetleri arasında, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Doğu Anadolu’da Malazgirt Ovasında meydana geldi. Bu muharebe, dinî, millî, siyasî, askerî neticeleri ve Türk-İslâm tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından önemlidir.
Malazgirt Savaşı (Malazgirt Zaferi) Türklere Anadolu’yu kazandıran, Selçuklu-Bizans Savaşı.

Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen kuvvetleri arasında, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Doğu Anadolu’da Malazgirt Ovasında meydana geldi. Bu muharebe, dini, milli, siyasi, askeri neticeleri ve Türk-İslam tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından önemlidir.

Selçuklu Türkleri, Malazgirt Meydan Muharebesinden yıllar önce, Anadolu içlerine gaza akınları tertip ettiler. Bu akınlarda, Anadolu’nun, Türklerin yerleşmesine müsait coğrafi önem ve zenginliklere sahip olduğu tespit edildi. Selçuklu Türklerinin Anadolu’ya akınları, Bizans Devletini telaşlandırdı. Akıncıların bu gazalarında, Anadolu ahalisine terör ve tahribattan ziyade adaletle muamelesi, zalimleri ortadan kaldırmaları, can, mal, ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçuklu idaresini gönülden tercih etmelerine yol açtı. Doğu hududundaki hadiseleri dikkatle takip eden Bizanslı idareciler; ülkelerinin bütünlüğü ve devletin bekası için tedbir almaya başladılar. Bizans’ın ancak meşhur tarihi entrikalarla yüzyıllardan beri Anadolu’da hakimiyetini koruyabilmesi, zulme varan sıkı tedbirleri, halka kötü muamelesi, yerli ahalinin Türklerin idaresini tercih etmelerini daha da kolaylaştırdı.

Bizans İmparatoru Romanos Diogenes (Romen Diyojen) iyi bir savaşçıydı. Fakat hanedan mensubu değildi. Askerlik bilgisi, tecrübe ve cesareti, dul Bizans İmparatoriçesi Eudoxie’nin dikkatini çektiğinden, diğer aday ve teklifleri reddederek, 1068’de Diyojen’i tercih etmesine sebep oldu. Hanedan dışından bir şahsın Bizans İmparatorluğuna getirilmesi üzerine asiller, iktidara karşı cephe aldılar. Ülke içindeki muhalefeti tasfiye etmekle meşgul olan Diyojen, zeka ve tecrübesine inandığı şahısları devlet kadrolarında vazifelendirip, Bizans’ın doğu hududundaki hadiseleri de dikkatle takip ettirdi. Ani ve Kars’ı zaptederek Ani’nin askeri mevkilerini tahrip eden Selçuklulara karşı, tahta çıkışından, 1071 yılına kadar her yıl sefere çıktı. 1068’de Pozantı’ya, 1069’da Palu’ya kadar geldi. 1070’te de Kayseri’ye ordu gönderdi. Bu seferlerle, Bizans ordusunun muharebe kabiliyeti ve tecrübesi arttırılıp, disiplinli olması sağlandı.

Selçuklu akınlarının Ege Denizine, Marmara’ya kadar uzanması ve 1071’de Şii-Fatımi Devletinin, İslam ülkeleri ve Abbasi Halifeliği için tehlike arz etmesi üzerine, Mısır Seferine çıkan Selçuklu Sultanı, Suriye’de bulunuyordu. Türklerin Suriye topraklarındaki harekatını haber alan Bizans İmparatoru Diyojen, doğuya hareket etti. Hareketinden önce verdiği nutukta azmini şöyle belirtiyordu: “Doğu hudutlarımızda büyük bir İslam tehlikesi belirmiştir. Bu tehlikeyi büyümeden ortadan kaldırmalıyız. Ordunun başında; bu tehlikeyi kesin olarak kaldırmaya gidiyorum.”

Romen Diyojen, 13 Mart 1071’de İstanbul’dan 200 000’den ziyade Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli’de yaşayan İslam dinini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türklerinden de ücretli asker alarak Anadolu’ya geçti.

Bütün kaynaklarını seferber ederek hazırladığı ordusuna güvenen Diyojen, Bizanslılara büyük zaferle dönmeyi vaad ediyordu. Sivas’a gelen Diyojen, bu bölgedeki Ermeni Prensleri ile ahalisini, toptan öldürttü. Ermenilerin mallarını askerlerine yağma ettirdi. Sivas’tan hareket etmeden önce, generalleri ile harp meclisi kurdu. Bu harp meclisinde, muharebenin, alınacak karar, plan ve hedefi tayin edilecekti. Gerçi Diyojen’in plan ve hedefi kafasında çizilmişti. Bu, Türklerin Anadolu’ya bir daha akın yapmamalarını sağlayacak bir plandı. İran’ın içlerine ilerleyecek, Türkleri daha da doğuya sürecek, başşehirlerini zaptedecekti. İmparator, yalnız Anadolu’yu elinde bulundurmak ve Türkleri yok etmek değil, bütün İslam ülkelerini de almaya karar vermişti. Horasan, Rey, Irak-ı Acem ve Arap, Suriye valiliklerini komutanlarına vermeyi tasarlamış ve hatta vaad etmişti. İstila edeceği İslam ülkelerindeki camilerin yerine kiliseler açmayı ve bu suretle İslam dinini ortadan kaldırmayı da aklına koymuştu. Harp meclisinde, generallerden, takip edilmesini lüzumlu gördükleri tekliflerin, ortaya konmasını istedi.

Sivas’taki harp meclisinde, yapılacak harekatın plan ve hedefi hakkında, iki ana teklif ortaya çıktı. Birincisi; Bizans ordusunun en bilgili ve tecrübeli komutanlarından Rumeli ordusu kumandanı General Nikefor Bryennes ile iyi bir stratejist ve tecrübeli bir komutan olan Türk asıllı general Magistors Tarkhal'dan (Jozeph Tarhchaniotes) geldi. Bu iki general, hudut boylarındaki tecrübelerine dayanarak, Türklere karşı çok ihtiyatlı harekata girişmeyi tavsiye edip, ordunun Erzurum’a kadar ilerleyerek, burada Türk ordusunu muharebeye zorlayacak ve kışkırtacak bir tertibin alınmasını, bu suretle muharebenin kendi toprakları içinde yapılarak lojistik desteğin kolaylaştırılmasını ve Türklerin istifadesine yarayacak her türlü maddi imkanların tahrip edilmesini teklif ettiler. Bu teklife karşılık, İmparator’a hoş görünmek isteyen ikinci teklif sahibi muhalif generaller ise, hedefin daha derin olmasını ve ordunun vakit kaybetmeden Erzurum’a varıp, İran’a yönelmesini ve Türk ordusu ile nerede rastlanırsa orada, daha ziyade Türk ülkeleri içinde harp edilerek yok edilmesini teklif edip, birincileri korkaklıkla itham ettiler. Bu son teklif, esasen Bizans İmparatoru’nun planına uygun düştüğünden, ordunun doğuya hareketini emretti.

Bizans ordusunun doğuya hareketini haber alan Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Mısır Seferinden vazgeçti. Suriye’den geri dönüşte, önce doğuya yönelerek, gerekli savaş hazırlıklarını yaptı. Bu arada karakulakları (casus) vasıtalarıyla da Bizanslılara, Türklerin Rey’e çekildiği haberlerini yaymakta idi. Nihayet Diyarbekir’den kuzeye yöneldi ve Bizans’ın beklemediği bir anda, Malazgirt’in doğusunda ordugahını kurup savaş hazırlığına başladı. Alparslan, muharebe azmiyle ordugah kurarken, önceden, düşmanla dövüşeceğini Bağdat’taki Abbasi Halifesine bildirdi. Büyük Sultan, savaş başlamadan evvel, Halife El-Kaim'in (1031-1075) gönderdiği İbnü’l-Mahleban’ı (İbn-i Mühelban), değerli komutanlarından Sav Tigin’le birlikte Diyojen’e elçi gönderdi.

Sultan Alparslan’ın heyeti, 25 Ağustos 1071 sabahı, Bizans ordugahında hafife alınıp, hakarete uğradı. Diyojen, heyet başkanına; “Kışlamak için İsfahan’ın mı, yoksa Hemedan’ın mı” daha iyi olduğunu sordu. Sulh teklifini şiddetle reddedip; “Sultanınıza söyleyiniz; kendileriyle sulh müzakerelerini Rey’de yapacağım, ordumu İsfahan’da kışlatıp, Hemedan’da sulayacağım” dedi. Heyet başkanı da, Diyojen’e; “Atlarınızın Hemedan’da kışlayacaklarından ben de eminim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum” diyerek, gereken karşılığı verdi.

Sultan Alparslan, muharebe öncesi Halife’den dua talep etti. Abbasi Halifesi, camilerde cuma hutbesinde Alparslan ve ordusunun muzaffer olması için okunacak hutbe metni gönderdi. Muharebe gecesi, Alparslan, ayırdığı bir kuvvetle Bizanslıları, atılan ok ve naralar ile bütün gece taciz ederek yorgun bir hale düşürdü. Selçuklular, Bizanslı safında bulunan Türk asıllı birliklerle temas kurdu. Onların, Bizans ordugahından ayrılarak Selçuklu ordusuna katılmalarını temin etti.

Malazgirt Muharebesinde Bizans ordusunun kumanda kademesi şu şekilde idi: Merkezde Bizans İmparatoru Romen Diyojen olup, yanında hassa ve seçkin birlikler vardı. Sağ kanatta, Anadolu ordusu kumandanı Mikhail Attalicpiates; sol kanatta Rumeli ordusu kumandanı Nikefor Bryennes; ihtiyatta da Andronikos Doucas vazifeliydi. Bizans ordusunun taktiği, Türkleri imha etmekti. Sultan Alparslan kumandasındaki kırk bin kişilik Selçuklu ordusu, yarım hilal şeklinde tertibat aldı. Hafif süvari kıtaları, kanatlara yerleştirildi. Ordu merkezi, düşman karşısında birleşmeden yavaş yavaş geri çekilecek ve onu hırpalayacak, at üstünde ok atan süvariler, düşmanın yan ve gerilerine taarruz ederek, Bizans ordusunu dağıtmaya çalışacaklardı. Taarruza katılan düşman süvarisi ezilerek geri atılacaktı. Bu şekilde ilerleyen düşman ordusu, karargahından kafi derecede uzaklaştıktan sonra, baskın kıtaları, düşmanın gerilerine taarruz edecek, asıl ordu da, bir ağırlık teşkil ederek, düşmanın kanatlarından birine taarruzla, onu yıktıktan sonra saldırıyı diğer kanada çevirmek suretiyle sonuca gidilecekti.

Selçuklu Sultanı Alparslan, alim ve devlet adamlarının tavsiyesiyle, muharebeyi Cuma günü yapmayı tercih etti. 26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan, atından inip secdeye vardı; “Ya Rabbi sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ya Rabbi niyetim halistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etti. Sonra askerlerine dönerek; “Burada Allahü tealadan başka bir sultan yoktur, emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihad etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz” dedi. Askerler coşarak hep bir ağızdan; “Asla emrinden ayrılmayacağız” karşılığını verdiler. Sonra hepsi ağlayarak helalleştiler. Sultan, beyazlar giydi. Atının kuyruğunu bağlayıp, eline er silahı olan gürzü alıp, şöyle hitap etti: “Askerlerim! Şehit olursam, bu beyaz elbise, kefenim olsun. O zaman rûhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak, istikbal bizimdir”. Bu nutku, hitabet sanatının ve muharebe öncesi psikolojik şartların, bütün inceliklerine sahipti. Askerler coşup, şevke geldi.

Cuma namazından sonra başlayan muharebede Sultan Alparslan, fevkalade bir muharebe taktiği uyguladı. Bozkır çevirme hareketiyle, Türk ordusu hilal şeklinde yayıldı. Muharebenin başlamasından iki saat sonra, Peçenek ve Uz Türkleri, Bizanslılardan ayrılıp, milli bir his ile, Müslüman Selçuklu Sultanına tabi oldular.

Mezhep baskısı sebebiyle Bizanslılara kırgın ve kızgın bulunan Ermeni kuvvetleri de, muharebe meydanını terk etti. Bu hadiseler, Bizanslılarda manevi bozguna yol açtı. Bizans ordusunda Türklerin ok, gürz ve kılıcından kurtulanların, akşam teslim olmaya can attıkları görüldü. Cengaverliğine rağmen hiçbir şey yapamayan mağrur Bizans İmparatoru Diyojen, yaralı halde bütün maiyeti ile birlikte esir edildi.

Malazgirt meydanındaki mücadeleden yenik çıkan İmparator, Sultan’ın huzuruna getirildiğinde, utancından başını kaldıramıyordu. Sultan Alparslan, onu nezaketle kabul edip oturttu, gönlünü aldı. Diyojen, muharebe öncesi, muazzam ordusunun Türkleri muhakkak yeneceğine inandığını itiraf etti. Sultan Alparslan; “Eğer zafer sizin olsaydı, bana ne yapardın?” diye sordu. Diyojen, öldürteceğini açıklayamadı. “Kamçılardım” cevabını verdi. Alparslan; “Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Ya öldürtürsünüz, yahut İslam memleketlerinde bir esir gibi dolaştırır, süründürürsünüz. Belki de... Fakat onu düşünmek bile istemiyorum; mümkün görmüyorum, ama... Belki de, affedersiniz!” dedi. Alparslan, yenilgiye uğramış bir insanı daha da küçük düşürmek istemedi. Bizans İmparatorunu affetti. Ağır şartlarla antlaşma imzaladı. Fakat Romen Diyojen, dönüşünde Bizanslılar tarafından, Türklerden görmediği hakaretlere uğrayıp öldürüldü. Yeni Bizans İmparatoru Yedinci Mihail, Diyojen’in Türklerle yaptığı anlaşmayı kabul etmedi.

Kazanılan büyük zaferden dolayı Abbasi Halifesi, Sultan’a tebrik ve teşekkür mektupları gönderdi. Birçok İslam şairi, Alparslan’ı öven kasideler yazdılar.

Türklerin yeni yurt edinmesini sağlayan Malazgirt Zaferinden sonra, on beş yıl içinde, Anadolu ele geçirildi. Bu zaferle, Anadolu’nun tapusu, Türklerin eline geçti. Bu bakımdan, Malazgirt Zaferi, Türk ve dünya tarihinde bir dönüm noktası oldu.

Anadolu’ya, burayı vatan edinen Selçuklu Türkleri ile diğer Türk boyları yerleştirildi. Bozkır kültüründen, İslam medeniyeti dairesine bütünüyle giren Türklerin dünya görüşü daha da gelişti. Doğudan gelen göçebe Türkler, Anadolu’da yerleşik medeniyete geçirildi. Şehirler kurup geliştirerek kültür, sanat, sosyal müesseseler tesis edildi. Kıymetli mimari eserlerle, bu yerleşim merkezleri süslendi.
Ek bilgi
Bizans İmparatoru Diogenes, Türklere son ve kesin bir darbe vurmak istiyordu. Bu sebeble 200 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı. Bu ordu da Ermeni, Gürcü ve ücretli Frank, Norman, Rus kıt’alarının yanı sıra, Türk soyundan Uz ve Peçenek kuvvetleri de bulunmaktaydı. Nihayet Bizans ordusu doğuya doğru sefere çıktı. Bu sırada Alparslan, Mısır seferine çıkmıştı. Henüz Halep kuşatmasında bulunuyordu. Bizans ordusunun ilerleyişini duyunca süratle geri dönmeye karar verdi. Yaşlı ve yorgun askerlerini bırakarak emrindeki dinç kuvvetlerle Ahlat’a geldi. Birkaç kez barış teklif ettiyse de bunu Alparslan’ın korkusuna yorumlayan Romanos Diogenes, barışı reddetti. Artık savaş kaçınılmazdı. Devrin kaynaklarına göre Bizans’ın 200 binlik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. Bizans ordusundaki Peçenek ve Uz askerleri, karşılarındakinin Türk olduğunu görünce Selçuklu tarafına geçmişlerdi . İki ordu Malazgirt Ovası’nda mevzilendi. İslam ülkelerinin her köşesinde, Alp Arslan’ın zafer kazanması için hutbe okunuyor, dua ediliyordu. Nihayet Alp Arslan ordusu ile cuma namazını kıldıktan sonra askerini oldukça etkileyen, coşkulu bir konuşma yaptı; şehit düşerse üstündeki beyaz elbisenin kefeni olduğunu, onunla gömülmesini vasiyet etti. Sonra eski Türk geleneğine uyarak atının kuyruğunu bağladı ve ordusunun başına geçti. (26 Ağustos 1071)Alp Arslan sayıca çok üstün olan Bizans kuvvetlerine karşı Türk savaş taktiği olan „Turan taktiği“ni başarıyla uyguladı. Askerlerin bir kısmı savaş alanının iki yanındaki tepelerde pusuya yattı. Diğer kuvvetler düşmana saldırdı ve kaçar gibi yaparak geri çekildiler (sahte ric’at). Türklerin bozguna uğradığını zanneden Bizans kuvvetleri disiplinsiz bir şekilde Selçuklu kuvvetlerini takibe başladı ve merkezden epey ayrıldılar.

Pusuya doğru çekilen Bizans ordusu, bu tuzağı geç fark etti. Geri çekilmeye çalıştıkları sırada Ermeniler ve yedek kuvvetler savaş alanından kaçtılar. Tam anlamıyla çembere alınan Bizans ordusu, akşama kadar süren Türk hücumlarıyla adeta yok edildi. İmparator yaralı olarak ele geçirildi ( 26 Ağustos 1071).Alp Arslan, imparatorun umduğunun aksine, ona çok iyi muamele etti; saygı gösterdi. Aralarında yapılan anlaşmaya göre, imparator kurtuluş akçası (fidye) karşılığında serbest bırakılacaktı. Ayrıca Bizans’ın elindeki bütün Müslüman esirler salıverilecek ve Selçuklulara yıllık vergi ödenecekti. Ancak Türk askerlerinin eşliğinde memleketine gönderilen Romanos Diogenes tahtından indirildi. Gözlerine mil çekilerek hapse atıldı. Yerine geçenler bu anlaşmayı tanımadılar. Bunun üzerine Türk komutanlara Anadolu’nun fethinin tamamlanması emri verildi. Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Malazgirt Zaferi sonucunda Anadolu’nun kapıları kesin olarak Türklere açılmış oluyordu. Böylece Anadolu’nun, Türklerin ebedi vatanı olması için en büyük adım atılmıştır. Zaferden sonra Anadolu’da irili ufaklı birçok Türk devleti kurulmuş, Türkiye Cumhuriyetine kadar uzanan Türkiye tarihi başlamıştır. Bu zaferle, Türklerin İslam dünyasındaki prestiji ve liderliği daha da güçlenmiştir. Malazgirt Zaferi, Avrupa’da da derin izler bırakmıştır.

Bizans’ın yenilmesi üzerine kendilerini de tehlikede gören Hıristiyan Avrupa, Türklere karşı ittifaklar oluşturmuşlardır. Haçlı ittifakı aslında bu zafere bir tepki olarak doğmuştur. Haçlı Seferleriyle Türk ilerleyişi durdurulmak istenmiştir. Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapıları ardına kadar açılmış idi. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi safhası başlamış ve kısa süre zarfında Türkler Anadolu’da çoğunluğu sağlamışlardır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde irili ufaklı Türk devletleri ortaya çıkmıştır.

Diller : Türkçe - Türk Alfabesi

Türk alfabesi hakkında bilgi
01 Kasım 1928 tarihinde kabul edilmiş olan Latin kökenli Türk alfabesinde yer alan 29 harf şu biçimde sıralanmıştır: Aa, Bb, Cc, Çç, Dd, Ee, Ff, Gg, Ğğ, Hh, İi, Iı, Jj, Kk, LI, Mm, Nn, Oo, Öö, Pp, Rr, Ss, Şş, Tt, Uu, Üü, Vv, Yy, Zz Latin kökenli Türk alfabesi sesleri gösteren, yani sesçil bir alfabedir ve sözcüklerin ön sıradan (ince) ya da art sıradan (kalın)
01 Kasım 1928 tarihinde kabul edilmiş olan Latin kökenli Türk alfabesinde yer alan 29 harf şu biçimde sıralanmıştır:

Aa, Bb, Cc, Çç, Dd, Ee, Ff, Gg, Ğğ, Hh, İi, Iı, Jj, Kk, LI, Mm, Nn, Oo, Öö, Pp, Rr, Ss, Şş, Tt, Uu, Üü, Vv, Yy, Zz

Latin kökenli Türk alfabesi sesleri gösteren, yani sesçil bir alfabedir ve sözcüklerin ön sıradan (ince) ya da art sıradan (kalın) oluşunu ünlüler belirlediğinden, g, k gibi ince ve kalın biçimi bulunan ünsüzler için birer harf kullanılması yeterli görülmüştür.
Harflerin Sınıflandırılması
a, e, ı, i, o, ö, u ve ü harfleri ünlü harfler, diğer harfler ise ünsüz harfler olarak adlandırılır.
Ünlülerin Sınıflandırılması
Ünlü harfler, çıkış yeri ve dilin durumuna, dudakların durumuna, ağzın açıklığına göre şu şekilde sınıflandırılır:
Çıkış yeri ve dilin durumuna göre 1. Kalın ünlüler: ''a, ı, o, u'' 2. İnce ünlüler: ''e, i, ö, ü''
Dudakların durumuna göre 1. Düz ünlüler: ''a, e, ı, i'' 2. Yuvarlak ünlüler: ''o, ö, u, ü''
Ağzın açıklığına göre 1. Geniş ünlüler: ''a, e, o, ö'' 2. Dar ünlüler: ''ı, i, u, ü'' Ünlülerin nitelikleri aşağıdaki çizelgede toplu olarak gösterilmiştir: düz yuvarlak
geniş dar geniş dar
kalın a ı o u
ince e i ö ü


Bu konuyla ilgili olarak, ayrıca bakınız: büyük ünlü uyumu, küçük ünlü uyumu
Ünsüzlerin Sınıflandırılması
Ünsüz harfler ses tellerinin titreşime uğrayıp uğramamasına göre ikiye ayrılır:

1. Tonlu (yumuşak) ünsüzler: ''b, c, d, g, ğ, j, l, m, n, r, v, y, z''. 2. Tonsuz (sert) ünsüzler: ''ç, f, h, k, p, s, ş, t''.

bu konuyla ilgili olarak, ayrıca bakınız: sert ünsüzlerin yumuşaması
Latin harflerini kullanan diğer alfabelerle farklar
Türk alfabesi, Latin harflerini kullanmasına rağmen, bu harfleri kullanan diğer batı dillerinin alfabelerindeki bir takım harfleri içermemekte, bunun yanısıra bu alfabelerde genel olarak kullanılmayan başka harfler içermektedir.
Türk alfabesinde bulunmayan harfler
Q/q, W/w ve X/x harfleri pek çok batı dilinde kullanılmasına rağmen Türk alfabesinde yer almamaktadır. Bu harflere karşılık gelen sesler sırasıyla k, v ve ks ile ifade edilir. Örneğin: ''Kemal'', ''taksi''. X harfi sözcüğün yapısına göre iks ya da ksi olarak da söylenirken, W harfi çift ve olarak okunur. Benzer biçimde İspanyol alfabesinde yeralan Ñ/ñ (Bu ses İtalyanca ve Fransızca'da gn, Portekizce'de nh harf bileşimleri ile elde edilir) harfine karşılık gelen ses ny ile ifade edilir. Örneğin, İspanyolca'da İspanya anlamına gelen ''España'' sözcüğü Türkçe harflerle ''Espanya'' olarak yazılır.
Batı dillerinde bulunmayan Türk harfleri
Bazı Türkçe harflerin Evrensel kod (''Unicode'') değerlerinin listesi Harf Kod # Harf Kod #
ç 231 Ç 199
ğ 287 Ğ 286
ı 305 İ 304
ö 246 Ö 214
ş 351 Ş 350
ü 252 Ü 220
â 226 Â 194
î 238 Î 206
û 251 Û 219


Türkçe'deki Ç/ç, Ü/ü ve Ö/ö harfleri İngiliz alfabesinde bulunmamaları nedeniyle ASCII standardına dahil değildir. Ancak bu harfler diğer batı dillerinde yaygın olarak kullanılmakta ve ISO-8859-1 ( Latin-1) standardının içinde yeralmaktadır. Küçük ı, büyük İ, Ğ/ğ, Ş/ş harfleri ise ISO-8859-9 ( Latin-5) standardının içinde yeralmaktadır.

Türkçe'de noktalı i harfi büyük harfle yazılıyorken de noktası koyulur: İ. Benzer biçimde noktasız büyük I harfi, küçük harfle yazılıyorken noktası koyulmaz: ı. Ancak yabancı dildeki sözcükler büyük harfle yazılıyorken I harfi noktasız yazılır. Türkçe'nin dışında Azerice ve Tatarca'da da ı ve i harflerinin kullanımı bu biçimdedir.

Ş/ş harfinin sesi, İtalyanca'da sc(i), Fransızca'da ch, İngilizce'de sh ve Galiçyaca'da x harfleriyle elde edilir. Bu harf kimi zaman Rumence'deki ?/? (virgüllü s) harfinin yerine kullanılmasına rağmen farklı bir harftir. Türkçe'nin dışında Azerice, Kürtçe, Tatarca ve Türkmence dillerinde kullanılmaktadır.

Ğ/ğ (yumuşak ge) harfinin kendine ait bir sesi yoktur, yalnızca kendisinden önce gelen ünlü harfi uzatmakta kullanılır. Bu harf Türkçe sözcüklerin başında yeralmaz. Türkçe'nin dışında Azerice ve Tatarca dillerinde kullanılmaktadır.

ASCII standardında yeralmayan Türkçe harfler ve Evrensel kod (''Unicode'') değerleri yandaki çizelgede verilmiştir.
Kaynak
http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_alfabesi

Hukuk : Anayasa - 1961 Anayasası Maddeleri

1961 Anayasası maddeleri hakkında bilgi
B AŞLANGIÇ Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan;

Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti;

Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplıyan ve milletimizi, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak millî birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve;

“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinin, Milli Mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk Devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahibolarak;

İnsan hak ve hürriyetlerini, millî dayanışmayı, sosyal adâleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukukî ve sosyal temelleriyle kurmak için;

Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabûl ve ilân ve Onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fâzilete aşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.

Arkeoloji : Arkeomagnetizma Yöntemiyle Tarihleme

Arkeomagnetizma yöntemiyle tarihleme hakkında bilgi
Arkeolojide kullanılan ve Yer'in magnetik alanının geçirdiği sürekli değişimden yararlanarak Yer'in yaşını belirlemeye dayanan tarihleme yöntemi. Yer'in magnetik alanının, sapma (magnetik kutup ile coğrafi kutup arasındaki fark), eğiklik (magnetik alan çizgilerinin yatay doğrultuyla yaptığı açı) ve şiddeti gibi üç temel özelliğinin zaman içinde düzenli biçimde değiştiği sanılmaktadır.

Bu değişimin tarihi de, bazı jeolojik örneklerde rastlanan artık magne-tizma (paleomagnetizma) yardımıyla belirlenebilir. Başka bir deyişle, artık magnetiz-ma özelliği gösteren jeolojik örneklerin başka yöntemlerle hesaplanan yaşlarından yararlanılarak, Yer'in magnetik alanının zamana bağlı değişimini gösteren bir eğri elde edilebilir. Günümüzde yürütülen çalışmaların amacı, Yer'in tarihinin son 10 bin yılına ilişkin eğrilerin elde edilmesidir. Bu tür bir eğri, artık magnetizma gösteren arkeolojik buluntuların yaşını belirleme olanağı verir.

Artık magnetizma gösteien arkeolojik buluntuların çoğu, demir oksitleri içeren kil türlerinden yapılmış eşyadır. Bu kil türleri belirli bir sıcaklığa kadar ısıtıldıklarında magnetik özelliklerini yitirir, soğumaya bırakıldıklarında yeniden kazanırlar. Son soğuma noktasında kazandıkları magnetizma, Yer'in o andaki magnetik alanının sapması, eğikliği ve şiddetiyle uyumludur. Aynı zamanda kalıcı olan bu magnetizma, yapay yolla yaratılmış artık magnetizmadır ve olağan koşullarda değişmeden günümüze değin kalır. Soğumaya başladıkları andan sonra hiç yer değiştirmemiş olan ve artık magnetizma gösteren arkeolojik buluntular (örn. bir çömlekçi fırınında bulunan eşya) Yer'in magnetik alanının yalnızca şiddetini değil, sapmasını ve eğikliğini de yansıttığından, bu tür buluntuların yaşları daha kesin biçimde belirlenebilir.

Edebiyat : Roman

Roman hakkında bilgi
Roman olmuş veya olması muhtemel olayların anlatıldığı uzun yazılardır. İlk örneklerini 15.y.y. da Fransız yazar Rabelais vermiştir. Ancak asıl niteliklerini Romantizm ve Realizm akımları döneminde kazanmıştır. Roman belli bir olay etrafında gelişir ve olaylar ayrıntılarıyla anlatılır. Çoğu zaman şahıs kadrosu geniştir. Kişiler ayrıntılı olarak tanıtılır. Çevrenin tanıtımına özen gösterilir.
Roman olmuş veya olması muhtemel olayların anlatıldığı uzun yazılardır. İlk örneklerini 15.y.y. da Fransız yazar Rabelais vermiştir. Ancak asıl niteliklerini Romantizm ve Realizm akımları döneminde kazanmıştır. Roman belli bir olay etrafında gelişir ve olaylar ayrıntılarıyla anlatılır. Çoğu zaman şahıs kadrosu geniştir. Kişiler ayrıntılı olarak tanıtılır. Çevrenin tanıtımına özen gösterilir.

Temsil ettiği akıma göre romantik roman, natüralist roman, realist roman; konusuna göre aşk romanı, toplumsal roman, polisiye roman, macera romanı gibi isimler alır.

Türk edebiyatında Tanzimat’tan sonra görülür. İlk örneği Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı romanıdır. Batı romanı ölçüsünde en başarılı romanı Halit Ziya Uşaklıgil yazmıştır. Namık Kemal, Mehmet Rauf, Reşat Nuri, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa diğer ünlü romancılarımızdır.

Roman edebiyatta yaygın bir türdür. Olmuş veya olması ihtimal dahilinde bulunan olayları, yer zaman ve kişileriyle beraber ayrıntılı bir şekilde anlatmaktır. Uzun tarihi seyri içinde romanın geniş bir okuyucu kitlesi vardır.

Romanlar, edebiyatın en eski mahsulleri olan destan, masal, efsane gibi anlatmaya dayanan türlerin yüzyıllardan beri devam edegelen tekamülü neticesinde meydana gelmiş bir edebiyat türüdür.

Bir edebi tür olarak Orta Çağ'ın sonlarına doğru gelişmeye başlamıştır. Uzun bir geçmişe sahip bulunan romanı daha iyi kavramak bakımından tarihçesine bir göz atmakta fayda vardır:

Roman, kelime olarak Latince'den türemiştir. Roman dili, romanca, ifadelerinden gelmektedir. Bir süre Roma'da konuşulan roman dili ile, nazım ya da nesir olarak gerçek veya uydurma bir olayı anlatan eserlere roman denilmiştir.

13. yüzyıldan sonra ise yalnız nesirle kaleme alınmış, insanların tutkularını, törelerini ve yaşadığı maceraları ilgi çekici bir şekilde anlatan eserlerin adı olarak kullanılmaya başlanılmıştır. Fakat tarihi seyri içinde başlı başına edebi bir tür olarak ilk defa Fransa'da başlayan roman sanatı, birkaç yüzyıl içinde binlerce örnek vererek, büyük bir gelişme göstermiş ve edebiyat türleri içinde en önemli yeri almıştır.

Çağların değişik sosyal şartlarına göre, roman anlayışı da sürekli değişiklilere uğramıştır. Bu bakımdan değişik tarifleri vardır. Ancak bütün izah şekillerinde ortak olan temel noktalar vardır. Bu ortak özelliklere göre roman, insanların baslarından geçen ve geçebileceği kanaatini uyandıran olayları yer ve zaman belirterek anlatan uzun yazılardır. Yaşanmış veya tasarlanmış, birbirine bağlı birçok olayı bir temel düşünce çerçevesinde toplayarak anlatan bir edebi eserdir. Olması mümkün olanı olmuş gösterme sanatıdır. Bu bakımdan roman insanı ilgilendiren her konuyu işleyebilir, anlatabilir; sınırsız bir hürriyete sahiptir.

Romana ve romancıya dışına çıkamayacağı bir takım sınırlar çizmeye kalkışmak hayatın kendisini kısıtlamaya, şartlar altında hapsetmeye kalkışmak gibi boş ve anlamsız bir davranış olur. Çünkü roman tam anlamıyla hayatın ifadesi olabildiği ölçüde, mükemmelliğe sahip olacaktır.

Başarılı bir romanda belli başlı dört unsur vardır:

1 — Olay, 2 — Kişiler, 3 — Çevre, 4 — Anlatım

Romanlar bu olay, kişi, çevre ve anlatım unsurlarına göre çeşitli şekillerde adlandırılırlar. Bu genel sınıflandırma romanları birbirinden kestirme yoldan ayırt etmeye yaramaktadır. Bu tasnif çerçevesi içinde romanları şu isimler altında gruplandırmak mümkündür.

1 — Aksiyon Romanları: Olay unsurunun ön plana çıkarılmasına dayanan romanlardır. İki çeşidi vardır.

a) Polis romanı b) Macera romanı

2 — Psikolojik Romanlar: Kişi unsurunun ön plana çıkarılmasına dayanır. Dış dünyadan çok, kişi ve iç dünyası esas alınır. Dış dünyaya kişinin iç dünyası ile ilgisi oranında yer verilir. Belli başlı çeşitleri şunlardır:

a) Karakter romanı b) Tutku romanı c) Şuuraltı romanı d) Biyografik roman

3 — Sosyal Romanlar: Kişi ve çevre unsurlarını ön plana çıkaran romanlardır. Bu romanlar bir çağı yansıtabilir, bir bölgeyi töreleriyle birlikte ele alabilir. Belli başlı çeşitleri şunlardır:

a) Töre romanı b) Tarihi roman

4 — Düşünce Romanları: Kişi unsurunu düşünce yapısı ve dünya görüşü bakımından ön plana çıkaran romanlardır. Bu romanlar daha çok bir takım görüşlerin savunulması, tartışılması, ya da çürütülmesi gayesiyle yazılmaktadır. Bu tür romanlara tezli romanlar da denilmektedir.

5 — Fantazi Romanları: Hayal gücüne dayanan romanlardır. 19. yüzyılda ilimlerin gelişmesiyle yaygınlık kazanmıştır.

6 — Egzotik Romanlar: Uzak, yabancı ülkeleri tanıtmak gayesiyle yazılan romanlardır.

Eserin özelliklerine göre yukarıdaki tasnife tabi tutulabilen roman, sanatçının duygu, düşünce, görgü ve bilgisine göre de sınıflandırılabilir. Yazarın sanat felsefesine, kültür yapısına ve dünya görüşüne göre romanlar şu genel isimler altında toplanabilir:

1 — Romantik roman 2 — Realist roman 3 — Natüralist roman

1 — Romantik Roman: His ve hayal unsurlarının ağırlık taşıdığı, belli bir şiirliliğin hakim olduğu romanlardır. Yazar coşkun bir his ve heyecan hali içindedir. Bu romanlarda yazar daha çok kendi şahsi duygularını ve maceralarını anlatır. Olaylar duyguların zengin dünyasında abartılarak daha etkileyici hale sokulur.

Bu romanların belirgin özelliği duygu ve hayalin bütün esere hakim olması, gözlem ve inceleme unsurlarının duygu ve hayal unsurlarının yanında silikleşmiş bulunmasıdır. Bu akıma mensup sanatçılarda gerçeklerden çok, duygular ve hayaller önemlidir.

2 — Realist Roman: Gözlem ve araştırma unsurlarının esas alındığı, his ve hayal unsurlarının ikinci plana itildiği romanlara denir. Realist romanlarda gerçekler, görülenler ve incelemelerin ortaya koyduğu neticeler önemlidir. Sanatçı hiçbir surette kendi duygu, düşünce ve hayallerini eserine karıştırmaz.

Realist romancılar toplumun içinde titiz birer araştırmacı gibi incelemeler yaparlar, olayları ve karakterleri objektif olarak tespit ederler ve değerlendirirler. Gayeleri okuyucuya romantik romanlarda olduğu gibi kendi duygu ve hayallerini aktarmak değil, kendilerinin dışında var olan gerçekleri, canlı tablolar halinde, aslına sadık kalarak dile getirmektedir.

3 — Natüralist Roman: Realist romanla büyük benzerlikleri vardır. Ancak natüralist roman realist romana göre ilme ve araştırmaya daha çok önem verir. Natüralistler gerçeğe bağlılıkta ve sosyal meseleleri araştırmada realistlerden çok daha fazla ilmi metodlara bağlılık gösterirler. Toplumu adeta bir laboratuvar olarak düşünürler ve eserlerini bu laboratuvar içinde, ilmi verilere kesinlikle bağlı kalarak kaleme alırlar. İnsanı ele alırken, biyoloji ilminin ortaya koyduğu gerçeklerden, toplumu ele alırken de sosyolojinin kanunlarından yola çıkarlar ve bu ilimlerin vardığı sonuçlara göre neticeye ulaşmaya çalışırlar.

Roman ile aralarında büyük benzerlik bulunan bir edebiyat türü daha vardır: «Hikaye.» Hikaye ile roman aynı şey değildir. Bu farklılığı meydana getiren özellikler şunlardır:

a) Hikaye olayların sebebini araştırmaz. Yalnız belirli bir intiba uyandırmaya gayret eder. Roman ise ele aldığı konuyu, bir mesele haline getirir.

b) Hikaye insan ve toplum hayatının en önemli ve en manalı yönlerine bakar. Roman ise yoğun süreleri değerlendirirken, sadece bununla yetinmez, olayları belli bir zaman akışı içinde takip eder.

c) Hikayeci etkilendiği bir olayı çarpıcı bir şekilde anlatırken sözünü sınırlandırmak, kısa anlatımın gücünden faydalanmak ister. Romancı ise bu darlığı kişilere yayar ve geliştirir.

d) Hikaye her zaman tek konu üzerine kurulur. Roman tek bir konuyu bile bölerek, başka kişilere bulaştırarak çoklaştırır.

e) Hikaye insan hayalinden seçilmiş hatıraların parça parça anlatımıdır. Roman hayatların bütünlüğünü değerlendiren toplamlara erişmeyi gaye edinir. Böylece hikaye tek boyutlu kalır, onun yanında roman çok boyutlu bir görünüm ortaya koyar.
Edebiyatımızda Roman
Türk edebiyatında ilk roman ve hikaye Tanzimat döneminde tercüme yoluyla görülür. 1860-1880 arasında Batılı klasik yazarlardan ilk çeviriler yapıldı. Bunlardan birkaçı; Fenelon’dan Terceme-i Telemek (1862), Victor Hugo’dan Magdur’in Hikayesi (1862), Daniel Defoe’nin Robenson Hikayesi (1864), Atala, Paul ve Virginie, Monte-Cristo, Gulliver’in Seyahatnamesi’dir. Bu ilk tercümeler konuları bakımından Türk okuyucusuna yabancı değildir. Divan edebiyatındaki mesneviler ile Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi halk hikayeleri, meddah hikayeleri ve dini-destani hikayeler yüzyıllardır roman ve hikaye ihtiyacını karşılayan eserlerdir.

Tanzimat romanı veya Tanzimat dönemi romancıları, Türk toplumu meselelerini (her sahada olduğu gibi) Batılı Türk Aydını gözüyle ve Avrupa kültürü anlayışıyla gördükleri için, yerli hayatı anlatırken Batılı yazarların tesirinde kaldılar. Bu yüzden de işledikleri tema (düşünüş, konu)lar, Batılı yazarlarda görüldüğü gibi aile hayatı, esaret, alafrangalık, gibi mevzulardır. Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ı (1872), Ahmed Midhat’ın Teehhül’ü, Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i bunlara örnektir.

Romanda işlenen “esaret” konusuna örnek teşkil eden romanlar ise Namık Kemal’in İntibah’ı, Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i, Nabizade Nazım’ın Zehra’sıdır.

Diğer bir tema da “alafrangalık” meselesidir. Batı medeniyetini bir din gibi gören bazı Tanzimat aydınları, romanlarında, sözde tenkit eder göründükleri alafranga tiplere yer verirler: Ahmed Midhat’ın Felatun Beyle Rakım Efendi’si, Recaizade Mahmûd Ekrem’in Araba Sevdası gibi. Bunları daha sonraki dönemlerde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şık’ı, Şıpsevdi’si, Yakub Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak’ı, Sodom ve Gomore’si, Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’ı, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği romanları takip eder.

Servet-i Fünun (1896-1901), Türk romanının teknik olgunluğa ulaştığı dönemdir. İkinci Abdülhamid Hanın Avrupai manada okullar açtırması ve siyasi aşırılıklara fırsat vermemesi bu dönem romancılarını (sanatkarlarını) geniş imkanlara kavuşturmuş; siyasi tenkitten uzaklaştırmış, ferdi sahada (hissilik, içe kapanma, aile gibi) eserler vermeye yöneltmiştir. “Sanat sanat içindir” görüşü benimsenmiş, Tanzimatçıların aksine aydın ve seçkin kesime seslenilmiştir.

Tanzimatçıların “Batılı kültür” anlayışları Servet-i Fünunda “Batılı sanat” anlayışına dönmüş; bunda, yetiştikleri dönemde Batı anlayışına göre öğrenim görmeleri de tesirli olmuştur.

Fransız edebiyatının etkisiyle realist ve naturalistler örnek alındı. Halid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnû; Mehmed Rauf’un psikolojik tahlile yer veren Eylül romanı realist roman örnekleridir.

Aynı dönemin natüralist romancılarından Hüseyin Rahmi Gürpınar, fert-toplum ilişkilerini (daha çok çatışmaları) işlerken “toplum için sanat” görüşünü benimser. Yakub Kadri Karaosmanoğlu, realist ve naturalist bir romancı olarak Tanzimat sonrasının siyasi ve toplum gelişmelerini kronolojik bir sırayla anlatır: Hep O Şarkı, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara gibi. Halide Edib Adıvar, ruh tahlili yaptığı romanlarında ve töre romanlarında daha ziyade Batı kültürüyle yetişmiş aydınların Cumhûriyet dönemine kalmış bir temsilcisidir. Misal olarak; Ateşten Gömlek, Sinekli Bakkal, mektup türüne örnek Handan romanları gösterilebilir.

İkinci Meşrutiyet (1908) sonrasının diğer sanatçıları arasında; Refik Halid Karay, Reşad Nûri Güntekin, Peyami Safa, Memduh Şevket Esendal, Cevad Şakir Kabaağaçlı(Halikarnas Balıkçısı), Abdülhak Şinasi Hisar vs. sayılabilir.

Cumhûriyet dönemi romancılarından Ahmed Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal tanınan isimlerdir.

Romana ait unsurlar: Romanlarda konu, bir temel olayın etrafında gelişen iç içe olaylar zincirinden doğar. Bunların olmuş veya olabilir vasfı taşıması önemlidir. Hayatın normal akışına ters düşen sivri tesadüfler, olağan dışı ender vak’alar romanda makul sayılmaz. Ele alınan bir konu bir plan dahilinde işlenir. Bu plan kısaca “giriş (serim)”, “gelişme (düğüm)”, “sonuç (çözüm)” şeklinde özetlenir. Bazı romanlarda bu planın sırası değiştirilerek uygulandığı da görülür.

Romanlar, bilinen bir tarihte ve belli bir süre içinde geçen olayları konu alır. Bu bakımdan romanlarda önemli bir zaman yazarın yaşadığı çağ olabildiği gibi geçmiş veya gelecek zaman da olabilir. Bazı romanlar ise yalnızca birkaç saat içinde vukûa gelen olayları konu alır.

Kahramanlar, toplumda rastlanabilir, yaşayabilir veya yaşamış kişiler arasından seçilir. Bunlar toplumun her tabakasından olabilir. Her türlü huy ve karakterleri doğruya yakın bir şekilde ele alınır. Hatta aynı kişinin zıt mizaç ve huyları, olduğu gibi işlenir.

Son zamanlarda yazılan romanlarda kahramanlar ve konu kaybolmuş, roman demek roman yazarının boş zamanlarında tutulduğu illüzyon (hayali görüntüler) veya rüyamsı kişi ve olayları bölük pörçük sıralamak gibi anlaşılmaya başlanmıştır. Ayrıca ideolojik fikirler ağır basmaya başlamıştır.

Romanlarda çevre, okuyucuya tasvirle anlatılır. Bu, bir kasaba, şehir veya köy olabilir. Bunların hepsinin kullanıldığı romanlar olduğu gibi yazarın tasarladığı ideal, gerçek üstü bir çevre de olabilir. Burada önemli olan çevrenin coğrafi bir mekana yerleşmesidir.

Romanların hemen hepsinde bir gaye vardır. Bu amaç bazılarında konu ve üslûp içine iyice gizlenmişken, bazılarında çok açıktır. Böyle romanlara “tezli roman” denir. Belli bir ideolojiye bağlı romanlarda bu husus daha açık olarak meydandadır. Bilhassa materyalist ideolojiye bağlı olanlarda bu amaç o kadar ileri gider ki, okuyucuda bir roman değil, doktrin kitabı okunuyormuş havası uyanır.

Her edebi eserde olduğu gibi romanda da üslûp son derece önemlidir. Bazı romancılar eserdeki konuların, olayların, duygu ve fikirlerin eskiyip ölebileceğine, fakat mükemmel bir üslûbun onları yaşatmaya devam edeceğine içten inanmışlar ve üslûp üstünde büyük hassasiyet göstermişlerdir. Kelimelerini, cümlelerini ve anlatım tarzlarını buna göre düzenlemişlerdir. Ancak bazı roman yazarları ve özellikle marksist tezli roman yazıcıları bu hususta da bayağı bir yol tutmuşlar, galiz ve çirkin kelimeleri, küfürleri, iğrenç terim ve deyimleri rahatlıkla ve bol bol kullanmışlardır.
Roman Çeşitleri
Romanlar edebi akımlara göre klasik, romantik, realist, sürrealist, popüler roman gibi isimlerle sınıflandırılabildiği gibi, iç yapısına göre de tarihi roman, macera romanı, sosyal roman ve tahlil romanı olarak çeşitlendirilirler.

Tarihi roman: Konularını tarihte yaşamış kahramanlar ve onların başlarından geçen olaylardan alır. Romancı bu kahraman ve olaylar üstünde az çok değişiklik yapabilir. Ancak başarılı bir tarihi roman, gerçeği buğulandırmadan zevkle okunur bir üslupla yazılmış romandır. Tarihi roman yazmak için yalnız kahraman isimleri ve olayların kronolojisini bilmek ve vermek yetmez. Olayın yaşandığı zamanı, coğrafi özelliklerini, sosyal, kültürel ve sanat değerlerini çok iyi tanımak ve o zamanda topluma hakim olan inanç, ideal ve anlayışları da iyice bilmek gerekir.

Macera romanı: Günlük hayatta her zaman rastlanmayan değişik, şaşırtıcı, beklenmez, esrarlı olayları konu edinen romandır. Bu romanlarda vak’a yani olay hemen her şey demektir. Bunlar yeni keşfedilmiş veya tasarlanan ülkelerde geçer. Hayali olabilir. Ancak olağandışı unsurlar taşımalı, korkunç ve acayip hisler uyandırmalıdır. Olayların akışı ve iç içe girmesi çok süratli olmalı, okuyucuda heyecan ve merak uyandırmalıdır. Kahramanları kurnazlık, maddi kuvvet ve cesaretleriyle üstün vasıflıdırlar. Daha çok silahşör, şövalye, polis, ajan ve casuslardan seçilir. Hep hareket halindeyken tanıtıldıklarından ruh yapıları üstünde durulmaz. Bu romanlarda fikir zenginliği yoktur. Maksat şaşırtıcı ve heyecanlı konularla okuyucuya hoşça vakit geçirtmektir.

Sosyal roman: Romancıların yaşadıkları toplumu, o toplumu ilgilendiren meseleleri yeni bir açıdan ele alarak yazdıkları romanlardır. Gizli veya açık bir maksat telkinine çalışırlar. Kişiler, bazı meslek ve sınıfları temsil eden birer tip olarak alınır. Olaylar, sosyal sebeplerle açıklanmak istenir. Ruh tahlilleri ve duygu derinlikleri arka plana atılmıştır. Bütün tezli romanlar bu gruptandır.

Tahlili roman: Dış alemde geçen olaylardan çok, kahramanın iç dünyasını ve insan benliğinin kişi ve toplum çatışmaları içindeki belirtilerini konu edinen romanlara denir. Fertçi bir görünüş hakimdir. Kahramanları olan kişileri bütün derinlikleriyle ortaya koyarlar. Çok defa aşırı ülküler, sert ihtiraslar, derin hisler taşıyan ve bazen sakat ruhlu dengesiz insanları ele alarak işlerler.

Batı edebiyatında mühim yer tutan roman, batı toplumunun sosyal hayat, inanç, örf ve adetlerine uygun bir türdür. Tanzimattan sonra gittikçe artan bir hızla benimsenmeye başlayan batılı hayat anlayışıyla birlikte Türk edebiyatında da örnekleri artmıştır. Batılı romanın iskeleti çok defa iki kadın bir erkek veya iki erkek bir kadın arasında geçen aşk maceraları üstüne kuruludur. Buna bağlı olarak gelişen diğer hadiseler ve çeşitlenen kahramanlar roman iskeletinin diğer dereceli unsurlarını teşkil eder.

Tanzimat öncesi dönemde Türk cemiyetinde böylesine olaylara ender rastlandığı gibi, bunların tasviri de kötünün tekrarlanarak yaygınlaşması ve böylece gitgide normalmiş gibi görülmesine mani olunmak için dinimizce de yasak bilinmiştir. Bugün modern eğitimciler; toplumun ahlaki yapısının bozulmasında kötü örneklerin başta TV, radyo ve basın olmak üzere her türlü yayın vasıtalarıyla halka çok sık ve devamlı gösterilmesinin birinci amil olduğunu belirterek eski Türk toplum sağlığı anlayışının doğruluğuna işaret etmektedirler. Ayrıca cemiyetin her tabakasına hakim olan sade bir hayat anlayışı, ortak iman, amel ve ahlak düsturlarına samimi bağlılık, batılı tarzda bir roman anlayışı ve buna bağlı eserlerin doğmasına fırsat vermeyecek ve lüzum göstermeyecek diğer mühim unsurlardır.

Müzik : Çalgılar - Üflemeli Çalgılar

Üflemeli çalgılar hakkında bilgi
Aerofonlar (Havalı / Üflemeli Çalgılar) : Çalgının içindeki veya çevresindeki havanın titreşimi ile ses veren çalgılardır. Bunlara örnek olarak; Zurna, Çifte, Mey, Kaval, Sipsi, Çığırtma, Tulum, Ağız Armonikası, Akordeon, Mızıka ve benzerleri verilebilir.
A erofonlar (Havalı / Üflemeli Çalgılar) :

Çalgının içindeki veya çevresindeki havanın titreşimi ile ses veren çalgılardır.

Bunlara örnek olarak; Zurna, Çifte, Mey, Kaval, Sipsi, Çığırtma, Tulum, Ağız Armonikası, Akordeon, Mızıka ve benzerleri verilebilir.

Felsefe : Anarşizm

Anarşizm hakkında bilgi
Devletin ya bizatihi doğuşu ve mahiyeti itibariyle kötü ve zararlı olduğu, ya da tarihi gelişme ve şartların onu kötü ve zararlı hâle getirdiği gerekçesiyle (inancıyla) hükümetin (devletin) ya bütünüyle ya da kısmen ilga edilmesi gerektiği ve bunun mümkün olduğu inancı. Anarşist kişi devletin bulunmadığı bir toplumun mümkün olduğuna inanır ve aynı zamanda bireylerin kendiliğinden doğan eylemlerine ve bireylerin gönüllü birliklerine müdahale eden her çeşit otoriteyi reddetmeye yönelir.

Tip
Devletin ya bizatihi doğuşu ve mahiyeti itibariyle kötü ve zararlı olduğu, ya da tarihi gelişme ve şartların onu kötü ve zararlı hâle getirdiği gerekçesiyle (inancıyla) hükümetin (devletin) ya bütünüyle ya da kısmen ilga edilmesi gerektiği ve bunun mümkün olduğu inancı.

Anarşist kişi devletin bulunmadığı bir toplumun mümkün olduğuna inanır ve aynı zamanda bireylerin kendiliğinden doğan eylemlerine ve bireylerin gönüllü birliklerine müdahale eden her çeşit otoriteyi reddetmeye yönelir. Tipik bir anarşistin başlıca inançları şunlardır:

1) İnsanlar tabiatları itibariyle iyi kalplidirler, ancak, yönetim tarafından yozlaştırılırlar.

2) Toplumun tabii ve hür olmasına karşılık devlet istismar edici (sömürücü) ve tahakkümcüdür.

3) insanlar gönüllü işbirliği yoluyla birbirlerini tamamlayan, fakat her çeşit zorlama tarafından hüsrana uğratılan sosyal hayvanlardır.

4) "Yukarıdan gelen" reformlar onları başlatan otoritenin damgasını taşır ve bu yüzden değersizdir.

5) Sosyal değişme devrimci eylemle, hatta belki de şiddetli eylemle gerçekleştirilmelidir.

Bu inançların hepsinin her anarşist tarafından benimsendiği söylenemez. Meselâ, Godwin gönüllü işbirliğiyle birleşmiş, küçük üreticilerden oluşmuş, devletsiz bir topluma inanmış ve bu hedefe aydınlanmış sosyal reform yoluyla ulaşmayı düşünmüştür. Rus asıllı anarşist filozof Bakunin spontane şiddete dayanan devrim gerektiren bir "anarşizm, kollektivizm, ateizm" sentezine inanmıştır.

Diğer bâzı düşünürlerin de, yukarıda sıralanan dört inançtan (1) ve (5) şıklarını reddetmelerine rağmen, anarşist olarak adlandırılmaları mümkündür. Meselâ, egoizmin ve bireysel iradenin gücünü metheden ve onu "sürü-benzeri" gerekliliklere olan bağımlılıklardan kurtarmayı gözeten Nietzsche'nin anarşist çizgide yer alan bir filozof olduğu söylenebilir. Ondokuzuncu yüzyıl anarşizmi büyük ölçüde özel mülkiyete, en azından bâzı özel mülkiyet çeşitlerine, onun bir tür örtülü kölelik olduğu gerekçesiyle karşıydı.

Anarşizmi bilinçli bir kitle hareketi yapmaya teşebbüs eden Proudhon "mülkiyet hırsızlıktır" düsturunu ortaya koydu, ancak, aynı zamanda, mülkiyetin özgürlüğün zaruri bir parçası olduğunu da düşündü ve bu yüzden mülkiyetin asıl zararlı biçimleri olarak monopole ve gasba hücum etti. Bakunin üretim araçlarının ortak mülkiyetini savundu, fakat "tüketim araçlarında" özel mülkiyete izin vermeye hazırdı. Godwin, küçük ölçekli olmak üzere çoğu özel mülkiyet türlerini kabul etti.

Anarşizmden etkilenmiş bâzı modern yazarlar (Nozick gibi) genellikle daha liberal bir çizgi izlemişler ve bundan dolayı, özgürlükle mülkiyet arasındaki ilişkiyi gözeterek, özel mülkiyete karşı daha olumlu bir tavır takınmışlar, hatta özel mülkiyeti toplumun ve toplumsal sistemin esas vazgeçilmez unsuru olarak görmüşlerdir.

Ondokuzuncu Yüzyıl anarşizminin bir başka önemli veçhesi örgütlenmiş dine yönelik husumetiydi. Meselâ, Tolstoy, "hakiki" dinin devletin ve bütün devlet müesseselerinin reddini (inkârını) içerdiğini söyler. Çoğu anarşist ya Tolstoy'un bu görüşünü kabul etti, ya da, daha ileri giderek, hiçbir dinin gerçek (hakiki) olamayacağını öne sürdü. Sorel gibi şiddeti benimseyen anarşistler 19. yüzyıl boyunca etkili oldu ve 19. asır anarşistleri Marx'a bâzı kavramları sağlamakta son derece önemliydi. Nitekim, Marx'ın "devletin yok oluşu" (ortadan kalkışı) fikri doğrudan doğruya anarşistlerin görüşlerinden kaynaklanmıştı.

Bütün çeşitlerinde anarşizm insan toplumunda (ve hatta insanların toplum hâlinde olmadığı bir durumda) maddi ihtiyaçların ve kollektif sorumlulukların (mükellefiyetlerin), zorlama olmaksızın, kendiliğinden karşılanabileceği, yerine getirilebileceği bir durumun mümkün olduğunu farzeder. Bu yüzden anarşistler Hobbes'un egemenin himayesi dışında insan hayatının "yalnız, fakir, pis, kaba ve kısa" olduğu yolundaki görüşünü reddetmeye yönelirler.

Anarşistlerin birçoğu devletin şiddet kullanmaksızın tahrip edilmesinin mümkün olmadığını söyler. Ancak, şiddetin böylesine istekli savunulmasının anarşizmin yeni ve daha iyi bir toplum görüşünü dayandırdığı insan tabiatı hakkındaki varsayımlara ters olduğu görülür. Bu çeşit güçlükler yüzünden bâzı anarşistler (Marx'ın yazı hayatının daha geç dönemlerinde yaptığı gibi) devletin ortadan çekilmesinden ve "gerçek insan tabiatının" kendisini yeniden göstermesinden önce insanların sosyal şartlarının endüstriyel üretimin kitlesel disiplini tarafından geliştirilmesi gerektiğini düşünür.

Anarşizme en radikal biçimde karşı çıkan görüş Hegel'e aittir. Hegel'e göre, "insanın gerçek tabiatı" devleti sadece kendi güvenliğinin bir aracı olarak değil, fakat aynı zamanda özgürlüğün en yüksek ifadesi olarak görmeyi gerektirir.

Astronomi : Göktaşları - Göktaşı

Göktaşı hakkında bilgi
Göktaşı uzaydan dünya yüzeyine düşen, maddelerin genel adı. Dünya atmosferine ortalama olarak senede birkaç bin göktaşı girer.Ancak bunların, beş yüz kadarı buharlaşmadan yere göktaşı olarak düşer.Göktaşları, dünya atmosferine saniyede 11-72 km arasında değişen hızla girerler.

Sürtünmeden meydana gelen ısıdan dolayı büyük bir kısmı eriyerek toz parçacıkları halinde yeryüzüne inebilir. Göktaşları, kimyasal bileşimlerine göre taşsı (Aerolit), demirli (Siderit) ve taşsı demirli (Siderolit
Göktaşı uzaydan dünya yüzeyine düşen, maddelerin genel adı. Dünya atmosferine ortalama olarak senede birkaç bin göktaşı girer.Ancak bunların, beş yüz kadarı buharlaşmadan yere göktaşı olarak düşer.Göktaşları, dünya atmosferine saniyede 11-72 km arasında değişen hızla girerler. Sürtünmeden meydana gelen ısıdan dolayı büyük bir kısmı eriyerek toz parçacıkları halinde yeryüzüne inebilir.

Göktaşları, kimyasal bileşimlerine göre taşsı (Aerolit), demirli (Siderit) ve taşsı demirli (Siderolit) olmak üzere üç gruba ayrılır.Taşsı göktaşları demir, silisyum, karbon, mağnezyum, alüminyum ve oksijenden meydana gelir. Demirli göktaşlarının içinde nikel, galyum, germanyum ve iridyum bulunur.Taşsı demirli göktaşları ise olivin ile çeşitli metaller ihtiva eder.

Büyük göktaşları yeryüzüne düştüğü zaman, krater meydana getirir.Arizona’daki Bassinger krateri, bir göktaşının düşmesinden meydana gelmiştir.(Bkz.Akan yıldız)

Kaynak: Rehber Ansiklopedisi

Politika : Propaganda

Propaganda hakkında bilgi
Propaganda bir amaca hizmet eden çok belirli bir mesaj sunumudur. Mesaj doğru olsa da yönlü olabilir ve olayın tümünü dengeli bir şekilde sunmayabilir. Genellikle politikada kullanılır ve hükümetler ve politik partiler tarafından desteklenir.
Propaganda bir amaca hizmet eden çok belirli bir mesaj sunumudur. Mesaj doğru olsa da yönlü olabilir ve olayın tümünü dengeli bir şekilde sunmayabilir.

Genellikle politikada kullanılır ve hükümetler ve politik partiler tarafından desteklenir. Başka insanların kabul etmesi ve beğenmesi istenen şeyin övülerek takdimi. Bu şey siyasi bir fikir, ideolojik bir görüş, bir inanç veya ekonomik bir olay olabildiği gibi kültürel, turistik ve sportif birşey de olabilir. Propaganda bir doktrini yaymak, hedef millet veya kitleyi fikren kazanmak, karşı tarafın zihin ve psikolojisini arzu edilen tesire tabi kılmak için, teşkilatlı ve devamlı bir surette telkinlerde bulunmak ve faaliyet göstermektir. Daha kısa bir tarifle; propaganda bir fikrin, her çeşit vasıtadan istifade etmek sûretiyle, hedef kitleye telkin edilmesidir.

Bilginin benzer bir manipülasyonu örneğin reklamda kullanılır ama buna genellikle propaganda denilmez. Propaganda kelimesi reklamın tersine kuvvetli bir olumsuz anlam taşır.

Tarihçe: Propaganda aile ve cemiyet hayatının teşekkülü ile başlamış, gittikçe gelişerek bugün amansız bir silah halini almıştır. Milattan önce 5. asırda yaşamış meşhur Çin düşünürü Su-Tzu Harbin Kitabı adlı eserinde, ani ve şaşırtıcı hareketler ve gürültülerle düşmanın savaş azminin kırılması usûlleri üzerinde ehemmiyetle durmuş; aynı zamanda sevilen ve itimad edilen siyasi ve askeri liderler hakkında hiyanet ve sahtekarlık şayialarının yayılması, düşman karşısında bulunan kuvvetlerin ezici üstünlüğü hakkında haberler gönderilmesinin de manevi ve yıkıcı tesirlerini belirtmiştir.

Hannibal, Roma üzerine yürürken, Attila ve Cengiz akınlarına başlarken, her defasında kuvvetlerinin ezici üstünlüğü ve dayanılmazlığı hakkında şayialar çıkartarak harekata başlamışlar, karşılarına çıkan kuvvetleri korku ve dehşet içerisinde bırakarak mukavemet azimlerini kırmışlardır. Osmanlı orduları zaptettikleri yerlerde, daima adalet ve şahsi hürriyete yer verdiklerinden komşularındaki adaletsizlik ve müsamahasızlıklardan faydalanarak, onların azimlerini önceden kırmış ve bu hal muvaffakiyetlerini kolaylaştırmıştır. On yedinci asırda, Katolik itikatları dışında Lüther tarafından meydana getirilen Protestanlık mezhebinin fazla taraftar toplaması, rönesans hareketinin bellibaşlı bir cereyan halinde belirmesi, papalığın nüfûzu üzerine tesirini arttırmağa başlamış, buna karşılık Papa XV. Greguar tarafından “Congregation de Propagandistes” adı verilen kardinaller meclisi toplantıya çağrılmış, bu meclise Katolik itikatlarını üstün tutmak için yeni mezhep ve cereyanlarla mücadele (propaganda) vazifesi verilmişti. İşte propaganda kelimesi terim olarak buradan doğmuştur. Kelimenin kökü Latince “yayılması gereken şey” manasına gelen “propago”dan çıkarılmıştır.
Propagandanın Çeşitleri
1. Siyasi propaganda: Bir devletin dünya devletleri arasındaki yerini belirtmek, güvenli bir hayata hazırlayarak, gelecek nesillerin huzûr içinde yaşamalarını sağlamak için, harbe başvurmadan aldığı tedbirlerin hepsine birden siyasi propaganda denir.

2. Askeri propaganda: Mevzuu daha çok askeri olan bu propaganda şekli, düşman halkına, silahlı kuvvetlerine ve işgal altında bulunan yerlerdeki dost unsurlara hitap eder. Mekan bakımından şu kısımlara ayrılır:

a) Stratejik askeri propaganda: Daha ziyade cephe gerisine ve uzun vadeli işlere yöneliktir. Düşman halkı ile hükümetinin arasını açacak, onu isyana teşvik edecek, kanun ve emirlere karşı getirecek şekilde tahriklerde bulunur. İş yerlerindeki sivil halkı, işçileri verimsiz çalışmaya teşvik eder. Bu sûretle düşmanın harp gücünü yok etmeğe çalışır. Yeraltı mukavemet unsurları ile beşinci kol mensuplarını manen ve maddeten destekler. Halkın rûhunda panik ve korku hislerini kökleştirerek, onu göçe ve karışıklığa teşvik eder.

b) Taktik askeri propaganda: Daha ziyade ileri bölgelerde muharebe harekatını desteklemek üzere yapılan ve belirli gruplara yöneltilen propaganda şeklidir. Taktik askeri propagandanın gayesi:

1. Düşman kıt’alarını veya erlerini teslim olmaya veya ateş kesmeye iknaya çalışır.

2. Durum teslim olmaya müsait olmadığı zamanlarda, subay ve erler arasında anlaşmazlık çıkarmaya, morallerini bozmaya ve onları kaçmağa teşvik eder.

3. Düşmanın panik halinden istifadeye ve harekatın yöneltildiği bölgelerden kısa zamanda temizlenmesine yardım eder.

Bütün bu çalışmalarda, kötü durumlara müdahale etmek üzere bulunan askeri direnişlerinin kırılmasına; silah ve vazifelerini terk etmelerine; nefislerini korumalarına; çoluk ve çocuklarına karşı hasretlerini arttırmak için, his ve içgüdülerini kamçılamaya gayret edilir.

c) İdari propaganda: Bu propaganda şekli, kıt’alarımızın işgal ettiği topraklardaki düşman halkına hitap ederek ve onları belirli istikametlere yönelterek idarelerini kolaylaştırmaya yarar. Daha ziyade talimat, emirler ve gözdağı şeklinde neşriyat, beyanat ve ilanlarla yapılır. Yasaklar, cezalar, mükellefiyet (bir işi yapmaktan kaçınılamama) ve rüçhaniyetle (üstünlükle) kendi başarılarımız hakkında bilgi verir. Silah ve gıda maddelerinin teslim tarzı, amme hizmetlerinin cereyan şekli, harap olan lüzumlu ve acil tesislerin tamiri, yasak bölgeler hakkında halkı aydınlatır.

Propagandanın hedefi ve tesiri: Propaganda, belli bir kitleye, bir memlekete veya bütün dünyaya hitap edebilir. Bu husus propagandanın mevzuu veya maksadına bağlıdır. Zaman ve zemine uygun olarak, herhangi bir mevzu üzerinde esaslı tertiplenmiş olan propaganda, çok tesirli olmalı, aksi halde verimsiz olur. Aynı mevzu üzerine yapılan propagandanın metin ve ifade tarzı, hitap ettiği kitleye göre değişir. Bir zümreye methettiği bir hususu, diğer bir zümreye kötüleyebilir. Bu bakımdan propaganda çok yüzlüdür. Muhatabına göre fikir ve dil kullanır. Propagandaya kapılıp kalmamak, muhatap olanların inancına, kültürüne, zekasına ve şuuruna bağlıdır.

Askeri propagandanın hedefi genellikle şu üç unsur olmuştur:

1. Düşman silahlı kuvvetleri.

2. Düşman silahlı kuvvetlerini destekleyen kendi halkı.

3. Düşmanın işgal etmiş olduğu yabancı memleketin halkı.

Propagandanın kaynakları: Propaganda, kaynaklarına göre başlıca üçe ayrılmaktadır:

1. Beyaz ve açık propaganda: Tamamen açık çalışır, kaynaklarını gizlemez, herhangi bir hadiseyi bütün çıplaklığı ve müspet delilleriyle ortaya koyar. Meşru bir hakkın müdafaasını yapar, propaganda mevzuları genellikle hükümetin kontrolünden geçtiğinden haberler yarı resmi sayılır. Hakikatten ayrılmaz, muhataplarının tereddütsüz kabul etmeye alıştıkları, propaganda kaynağına olan itimatlarını sarsar. İkinci Dünya Harbinde BBC radyosunun neşriyatı, müttefiklerin Kore’de kullandıkları broşürler, Kıbrıs meselesinde Türk tezini izah etmek için Güney Amerika’ya giden iyi Niyet Heyeti, beyaz propagandanın en güzel misalleridir.

2. Kara Propaganda: Beyaz propagandanın tamamen aksidir. Hakiki kaynak daima gizlidir. Haberin asıl kaynaktan başka bir yerden çıktığı intibaı verilir. Yalanı hakikat, hakikatı yalan yapmaya, istediğine inandırmaya ve ortalığa nifak sokmaya çalışır.

İkinci Dünya Harbi esnasında İngilizler tarafından kullanılan ve Almanlar tarafından istekle dinlenen “Soldaten Sender Celais” ve “Gustav Sieg Pried Eins” adlı istasyonlar meşhurdur. Bunlardan bilhassa “Gustav Sieg Pried Eings”in yorumcusu, Nazi Partisine ait en son skandal ve dedikoduları kendine has bir uslûpla, kışlada oturup konuşan iki askerin ağzından gayet canlı, eğlenceli ve mizahi bir şekilde anlatmış ve ekseriya en ince teferruatına kadar doğru olan bu haberler çok dinleyici bulmuştur.

3. Gri veya bulanık propaganda: Beyaz ve kara propagandanın arasıdır. Hakikat ve yalanı birbirine karıştırmak sûretiyle çalışır. Kaynak gizlidir, dost veya düşman tarafından geldiği kat’i olarak bilinmez, hadiseler tahrif edilir. Bir işi veya olayı kendi arzu ettiği şekilde göstermek ister, dolayısiyle de mübalağa ve yalana daha fazla yer verir. Gri propagandada verilecek haberin alaka çekici, zihinleri kurcalayıcı ve kıymetli olması lazımdır. Muhtelif sebep ve bahanelerle çıkarılan şayialar gri propagandanın en iyi misalidir.


Maksat ve metodlarına göre propaganda:


1. Taarruzi propaganda: Arzu edilmeyen bir harekete mani olmak, istenilen bir hareket için hazırlıklı bulunmak veyahut da hedef olarak seçilen memlekette veya milletlerarası bir ihtilal, cemiyetlerarası bir anlaşma maksadıyla yapılır. Daha ziyade kandırıcı bir mahiyet taşır. Hedef memleket üzerine girişeceği faaliyetlerle, emniyetsizlik, şüphe ve tereddüt meydana getirerek fikri ayrılıklar teşekkül ettirir. Milleti sefahat ve tembelliğe sevk eder. Milli ahlakı bozmak sûretiyle müsait bir zemin meydana getirdikten sonra seferde milli birliği yıkarak, milletle hükümet ve ordu arasındaki karşılıklı güveni sarsar, harbe devam arzu ve isteklerini kırmağa, müttefiklerarası güveni bozmaya çalışır. Anarşi çıkarmak ve terör en büyük silahıdır.

2. Koruyucu (Tedafüi) propaganda: Taarruzi propagandaya uğrayan memleketlerin kendisini korumak için tatbik ettiği propaganda şeklidir. Kabul edilmiş ve hükmü yürürlükte bulunan bir sosyal hareketin veya diğer halk hareketlerinin devamı için yapılan çalışmaları ihtiva eder. Tedafüi propaganda, milli birliği muhafaza etmek; harbe devam istek ve arzusunu, savunma azim ve iradesini güçlü tutmak; millet ve hükümet arasındaki karşılıklı güveni kurmak ve muhafaza etmek; düşmanın taarruzi propagandasını tesirsiz bırakarak, morali korumak ve yüksek tutmak için çalışır.

3. Anlaşma propagandası: Bu tarz propagandanın taarruz veya savunma ile alakası yoktur. Maksat, eşit haklara sahip olan memleketler arasında kültür özelliklerini muhafaza ederek, barışçı bir yol tatbikini, harpte ittifaklar teminini sağlamaktır. Haklı ile haksız arasında ve iki haklı arasında en iyi tatbik şeklini bulur.

4. Baskın şeklinde propaganda: Karşı tarafı savunmada bırakmak veya aleyhteki hakikatı körleterek zihinleri bulandırmak maksadıyla ani olarak yapılan propagandadır. Meydana gelen durumdan kısa bir zamanda faydalanılır, bilahare propagandadan vazgeçilir.

Propaganda vasıtaları: Propagandanın yayılması ve istenilen unsurlar üzerinde tesirini yapabilmesi için, muhtelif vasıtalar kullanmak icab eder. Zaman ve zemine göre değişen bu vasıtaların başlıcaları şunlardır:

1. İnsan: Propaganda vasıtası ne kadar gelişirse gelişsin, yine ön planda bizzat insanın kendisi rol oynamaktadır.

a) Açık propaganda elemanları: Açık olarak propaganda vazifesini üzerine almış olan kimselerdir. Belirli bir fikrin müdafaasını yaparlar. Her fırsat bulduklarında derhal konuşmaya ve münakaşaya başlayarak inandıkları ve memur edildikleri fikrin propagandasını yaparlar. Bilhassa iç politika üzerinde bu şekilde propagandanın rolü büyüktür. Demokrasi idarelerinde iktidar ve muhalefet arasında durmadan devam eden bu yarışma, totaliter rejimlerde sadece iktidarın vasıtasıdır. İkinci Dünya Savaşında, Alman Propaganda BakanıGöbels’in, “Kahve yerine nohut, tereyağı yerine top!” diye bağırmasını Alman halkı uzun müddet unutmamış, bu sûrette ideali uğruna her şeyi mübah ve normal görmüştü.

b) Gizli propaganda ajanları: Özel sûrette yetiştirilmiş olan bu ajanlar, çeşitli insan toplulukları arasında hakiki hüviyet ve vazifelerini gizleyerek faaliyet gösterirler. Bunlar genellikle bir kimseye hitab etmezler, bilhassa kalabalık yerlerde birbirleriyle konuşuyormuş gibi, mahiyeti ve kaynağı meçhul dedikodular halinde fikirlerini etraftakilere duyururlar.

2. Radyo: Arzu edilen fikrin daha uzak bölgelere yayınlanması için kullanılan bir prapaganda vasıtasıdır. Bugün gerek her ev için en mühim ihtiyaç vasıtası olması, gerekse elektrik dalgalarının mesafe, coğrafi engel ve siyasi sınır tanımaması, radyonun propaganda vasıtası olarak önemini daha fazla arttırmaktadır. Radyo, haber, konuşma, konferans, hikaye, temsil, istatistiki bilgiler, raporlar, müzik gibi hislere ve maneviyata tesir edici yayınlarıyla, propaganda husûsunda en büyük rolü oynamaktadır.

3. Televizyon: Söz ve filmin biraraya gelmesi, yani göz ve kulağa hitap etmesi bakımından televizyon fevkalade bir propaganda aracıdır.

4. Sinema: Toplu yaşayışta hemen her sınıf halkın en büyük eğlence vasıtalarından biri olan sinema, insanların gördükleri hadiseleri izah ederek tamamlayan ve bunu müzikle de takviye ederek daha cazip hale getiren tesirli bir propaganda vasıtasıdır. Esasen her film, müspet veya menfi bir konunun propagandasını yapar. Kültür, doküman ve aktüalitede dahi bol miktarda propaganda unsuru vardır. Propaganda maksadı için hazırlanmış, usta bir film yapımcısının elinden çıkmış, sansürün gözünden kaçan sahneleriyle yabancı memleketlere girmiş olan filmler, en mükemmel propaganda vasıtalarıdır.

5. Fotoğraf ve karikatürler: İnce bir zeka ve kabiliyet tarafından içinde bulunulan duruma, hadiselere ve düşmanın rûhuna nüfûz edecek şekilde hazırlanan karikatür ve fotoğraflar, düşmana elindeki silahı attıracak kadar tesirli birer propaganda vasıtası olurlar.

6. Panayırlar, sergiler ve enternasyonal fuarlar: Propagandacıların en çok faaliyet gösterdikleri sahalardır. Bilhassa enternasyonal fuarlarda ticari maskeler altında birçok siyasi düşüncelerin de propagandasını yapmak imkanı elde edilir. Temsil ettiği memleketin biraz da mübalağalı olarak varlığını göstermek sûretiyle karşı tarafı korkutarak, yahut hayran bırakarak maksadına ulaşır.

7. Gazete, broşür ve kitaplar: Bugün medeni insan için, gazete elden düşürülmesi imkansız bir yayın vasıtasıdır. Her olay; yazı, karikatür ve resim olarak gazete vasıtasıyla kolayca yayınlanabilir. Gizli maksatlar için hazırlanıp, kaynağı meçhul olarak elden ele dolaşabilen ve icabında saklanabilen küçük broşürler de propagandanın en tehlikeli vasıtalarıdır. Bunlardan başka duvar ilanları, afişler, beyannameler, istatistikler, raporlar, şiirler, hicivler, nükte ve şarkılar, müzik ve piyesler de propaganda vasıtalarıdır.

8. Turistik geziler ve seyyar sergiler: Son zamanlarda bütün dünya milletleri tarafından bu şekilde, ticari gaye ve turist çekmeyi hedef edinen seyyar sergilerle, dinlenme ve görgü ihtiyaçlarını gidermek için tertiplenen turistik geziler propaganda maksadıyla yapılmaktadır.

9. Din adamları ve hac ziyaretleri: Belirli zamanlarda yapılan hac ziyaretleri, propaganda için müsait bir zemin meydana getirmektedir. Bilhassa Mekke’de yapılan hac ziyaretlerine Sovyetler çok önem vermekte, buraya hacı namzeti maskesi altında gönderdiği elemanlarıyla komünizm propagandası yaptırırlardı. Hatta Moskova Camii İmamı Salihov, Araplar arasında muhtelif fırsatlarda konuşmalar yaparak “Kur’an ile komünizm prensiplerinin bir dereceye kadar müşterek olduğunu”(!) izah edecek kadar ileri gitmiştir.

10. Cemiyetler: Topluluk içinde yaşıyan insanlar daima yanında bulunanlarla münasebette olduklarından onu dinler, onu görür ve onunla temas ederler. Mesela aynı dinden olanlar, aynı şehirde oturanlar, aynı siyasi partinin mensupları, aynı kulübün taraftarları, aynı cemiyete dahil olanlar, aynı ilmi ve edebi mesleğe mensup kimseler, hatta aynı gazetenin daimi okuyucuları, birbirleriyle temasta bulunsun veya bulunmasınlar aralarında manevi bir birlik teşkil ederler. İşte bu sûrette meydana gelen kitleler, hariçten gelen tahriklere karşı çok hassastırlar. Bu hal, propagandacı için bulunmaz bir fırsattır.

11. Para: Maddi bütün imkanları şahsında toplayan ve bu yolda maneviyat üzerinde tesir yapan bir propaganda vasıtasıdır. Para, çeşitli propaganda vasıtalarının teminine ve bizzat kullanılarak arzuların yerine getirilmesine sebep olmakla beraber, çok defa kendisi de propaganda vasıtası olarak kullanılmıştır. Amerika iç harbinde karşı taraf askerlerini kandırmakta kullandığı gibi İkinci Dünya Harbinde Almanlar, Rus parasını taklit ederek bir gece balonlar içinde Rus toprakları üzerine salmışlar. Bilahare Rus uçaklarının bunları tahrip etmesiyle meskun yerlere yağan paralar, fakir halkın eline geçmiş. Bol paraya kavuşan halk, yüksek zümrenin alışverişine tahsis edilen mağazalara hücûm etmiş; bu sûrette komünist idareciler halkın elindeki parayı toplamak için uzun zaman uğraşmak mecburiyetinde kalmıştır. İkinci meşrutiyetten sonra çıkarılan paralar üzerindeki “Hürriyet”, “Müsavat”, “Adalet” yazısı; Fransa İhtilalinde paranın bir propaganda beyannamesi olarak ihtilalcilerin parolalarını taşıması da birer misaldir.

12. İnsan ihtiyaçlarına ait eşyalar: Muhtelif cins ziynet ve diğer insan ihtiyaçlarına ait eşyalarla çeşitli gıda maddeleri, iktisadi sahada propaganda vasıtası olarak kullanıldığı gibi, aynı zamanda bunların ambalajları arasına çeşitli propaganda broşürleri konarak propaganda taşıyıcı vazifesinde kullanılmaktadır. Mesela kibrit kutuları, sigara paketleri, çikolata ve bisküvi ambalajları, makara içleri en müsait yerlerdir.

13. Manevra ve tatbikatlar: Milli savunma politikasının en güzel propaganda vasıtasıdır. Bilhassa, yabancı devlet temsilcileriyle ataşeleri huzûrunda; yerli ve yabancı basın mensupları önünde yapılan bu gibi hareketler, ordunun iç ve dış itibarının arttırılmasında en büyük tesiri yapar.

14. Donanmaların ziyaretleri: Donanmaların yabancı memleketlere yapacakları ziyaretler, denizlerdeki varlığının gösterilmesi bakımından, en büyük propaganda vasıtasıdır.

15. Her nevi hava taşıt vasıtaları: Propagandanın daha çok ve daha uzak sahalara yayılması bakımından uçaklar, helikopterler, balonlar, paraşütler; yerine göre çok yüksekten bırakılarak, yerine göre pilotsuz olarak radyo dalgalarıyla veya tamamen serbest olarak düşman içlerine sevkedilmek için kullanılan en iyi vasıtalardır.

Kaynaklar: Rehber ansiklopedisi

Fen Bilimleri : Fizik - Mekanik

Mekanik hakkında bilgi
Cisimlerin denge ve hareketini inceleyen bilim dalı. Mekanik bütün makinaların ve yapıların projelendirilmesinde müracaat edilen ana kurallar topluluğudur. Bu bilim dalı, bir yandan kâinattaki maddî olayların kurallarını araştırırken, diğer yandan atom içindeki olayları aydınlatmaya çalışır. Fizik ve astronomide mekaniğin önemi her geçen gün artmaktadır.

Mekanik cisimlerin denge ve hareketini inceleyen bilim dalı. Mekanik bütün makinaların ve yapıların projelendirilmesinde müracaat edilen ana kurallar topluluğudur. Bu bilim dalı, bir yandan kainattaki maddi olayların kurallarını araştırırken, diğer yandan atom içindeki olayları aydınlatmaya çalışır. Fizik ve astronomide mekaniğin önemi her geçen gün artmaktadır. Mekanik, kuvvetlerin etkisi altındaki cisimlerin denge durumunu veya hareketini inceleyen bilim dalıdır. Üç ana başlık altında incelenebilir:


Katı cisimlerin mekaniği 1. Statik (dengedeki cisimler için) 2. Dinamik (hareketteki cisimler için)


Şekil değiştiren cisimlerin mekaniği ( Mukavemet)


Akışkanlar mekaniği 1. Sıkıştırılamaz akışkanlar 1.1 Hidrostatik 1.2 Hidrodinamik 2. Sıkıştırılabilir akışkanlar 2.1 Aerostatik 2.2 Aerodinamik

Mekanik, dengede bulunan cisimleri inceleyen statik ve hareket eden cisimleri inceleyen, dinamik gibi iki bölüme ayrılır. Dinamik de ayrıca, sebebini araştırmadan yalnız hareketi inceleyen kinematik ve hızı değişen cisimleri inceleyen kinetik diye iki bölüme ayrılabilir. Ancak bu ayrımlar o kadar kesin değildir. Statik de, dinamiğin özel bir hali (hızı sıfır) olarak düşünülebilir.
Tarihi
: Eski çağlarda, mekaniğin pratik uygulaması mevcutsa da kaideleri hakkında pek az şey bilinmekteydi. Kaldıraç, eğik düzlem, tekerler ve muhtemelen palanga sisteminin faydaları, eski Mısırlılar ve Babilliler tarafından bilinmekteydi. Eski Yunanlılar, ilk defa hareketi teorik olarak incelemişlerse de, teorilerini gözlemleriyle gerçekleştirmeğe çalışmışlardır. Arşimet (M.Ö. 287-212), balistik, hidrostatik, ağırlık merkezi gibi temel mekanik kavramları kullanması ve bunlardan pratik faydalar sağlaması bakımından bir istisna teşkil eder.

Her alanda olduğu gibi mekanik alanında ilk mekanik aletleri Müslüman ilim adamları yapmıştır. Sistemli olarak ilk defa Bağdat’ta yaşayan Beni Musa kardeşler dokuzuncu asırda mekanik aletler yapmışlardır. Beni Musa kardeşlerin ortancası olan Ahmed bin Musa; mekanik olarak çeşitli tartı aletleri yanında yükleri çekmek ve kaldırmakta kullanılan bazı aletler yaptı. Mekanik konular üzerinde titizlikle durdu. Ağabeyi ile birlikte büyük bir bakır saat yaptı. Ayrıca üzerine ateş yaklaştırıldığında fitili otomatik olarak ortaya çıkan kandiller yapmıştı. Kandilin fitili ortaya çıkınca yağ da hemen fitilin üzerine yanacak miktarda fışkırıyordu. Geliştirdiği ziraat ve sulama aleti, tarlada sulama yaparken, tayin edilen sulama miktarını aşınca hemen sinyal veriyordu.

On ikinci asrın sonlarına doğru Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Cezire bölgesinde yaşıyan Cezeri otomatik aletler yaptı. Cezeri sadece otomatik aletler yapmakla kalmayıp, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı başardı. Sekiz asır gibi bir aradan sonra İngiliz nöroloji profesörü Dr. Ross Ashby ancak 1951 senesinde üstün denge durumunu ortaya koydu. Cezeri; aynı zamanda haberleşme, kontrol, denge kurma ve ayarlama ilmi olan sibernetiğin ilk kurucusudur. İnsanlarda ve makinalarda bilgi alış-verişi, bunların kontrolü ve denge durumu sibernetiğin esas konusudur. Bu ilmin gelişmesiyle elektronik beyinler ve otomasyon denilen sistemler ortaya çıktı. Bu bakımdan yaptığı mekanik makinalarla bu ilmin temeli Cezeri tarafından atıldı.

Batı alemi her alanda yaptığı gibi, Endülüs Emevileri vasıtasıyla tanıdığı İslam alemindeki buluşları mekanik alanında da kendine mal etmiştir. Müslüman ilim adamlarının yaptığı mekanik aletleri ancak on yedi ve on sekizinci asırlarda yapmışlardır.

On altıncı yüzyılda İslam alimlerinin eserlerini inceleyen Galileo Galilei (1564-1642), Tycho Brahe (1546-1601) Johannes Kepler (1571-1630) onlardan büyük ölçüde faydalanarak, bazı buluşları da kendilerine mal ederek gök mekaniğinde günümüze kadar gelen temel kuralları koymuşlardır. Galileo, düşen cisimleri ve sarkacı inceleyen, kontrollü deney yapan birisiydi. Simon Stevin (1548-1620) kuvvetlerin bileşke prensibini geliştirmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra Isaac Newton (1642-1727); Hareketin Üç Kanunu’nu ortaya koymuştur. Daha sonra mekanikteki gelişmelerin pek çoğu, bu kanun üzerine kurulmuştur. Daha sonra gelenler analiz metodlarını geliştirirken, daha kolay bakış açıları aramışlardır. Jean Le Rond d’Alembert (1717-1783), dinamik problemlerini ilave kuvvetlerle statik problemlere çevirmiş, Siméon Denis Poisson (1781-1840), hareket eden eksen takımında problemleri çözmeyi denemiş, Joseph Louis Lagrange (1736-1813) genelleştirilmiş koordinatları çözüme dahil etmiş, virtüelis kavramını ortaya atmış, Josiah Willard Gibbs (1839-1903), problemlerin çözümünde vektör hesabı kullanmıştır. Diğer bir arayış da, hareket kanunlarının tek bir şekilde ifade edilmesi olmuştur. Bütün bunlar, ekstremum prensiplerine yönelmeği getirmiştir.
Tarifler
Mekaniğin anlaşılmasında bir kavram birliğinin sağlanması önemlidir. “Cisim”, “kütle”si olan bir maddesel nesnedir. Kütle, relatif bir kavram olup, “ağırlık”la karıştırılmaması gerekir. Bir cismin kütlesi, “atalet”inin, yani harekete geçirilmesi sırasında veya hareket sırasında, yönü değiştirilmek istendiğinde gösterdiği direncin, seçilen cismin ivmesine oranıdır. Bir cismin kütlesi değişmediği halde yerçekiminin doğurduğu kuvvet olan ağırlığı, cismin, dünyanın merkezinden olan uzaklığına bağlıdır. Cisimler, boyutları ihmal edilebilen “noktasal kütleler”in topluluğudur.
Metodları
Mekaniğin problemleri, iki metodundan biriyle veya ikisi beraberce kullanılarak çözülür. Bu iki metodu; analitik ve grafik çözüm yollarıdır. Analitik metod, matematik formülasyonu kullanırken, grafik çözümde diyagramlar kullanılır. Grafik metodda, en çok kullanılan kavramlardan biri de “vektörler”dir. Vektörel büyüklüğün özelliği, yönü ve büyüklüğünün olmasıdır. Bunun yanında, bu büyüklükler kendilerine has olan kurallarla hesaplanırlar. Mesela, bir vektörel büyüklük verilen belirli x, y ve z eksenleri doğrultusunda bileşenlere ayrılabilir. Vektörler genellikle boyu, büyüklüğüne eşit olan bir okla gösterilir.
Hız, ivme ve kuvvet
Hareketin iki önemli kavramı “hız” ve “ivme”dir. Hız, cismin yer değiştirmesinin zamana bağlı değişimidir. Birimi cm/saniye, metre/saniye veya kilometre/saat olabilir. “Momentum” veya “hareket miktarı”, cismin kütlesiyle hızının çarpımından ibarettir. Hızın zamana göre olan değişimi ise ivme olarak isimlendirilir, birimi cm/s2 veya m/s2 olabilir.

Mekanikte kuvvet, cisimlerin karşılıklı etkilerinden doğar. Ayrıca kuvvet, cisme ivme vererek etkisini gösterir. Meydana gelen ivme a, kütle/m olmak üzere bileşke kuvvet F ile aynı yönde olup, F= ma bağıntısından hesaplanır.
Newton’un hareket kanunları
Pratik olarak mekanik, Newton’un üç kanunu ve yerçekimi teorisi üzerine kurulmuştur: 1) Bir cisme kuvvet etki etmedikçe ismin durumunda hiçbir değişiklik olmaz veya düzgün doğru hareketi yapıyorsa, buna devam eder. 2) Bir cisme bir kuvvet etki ederse, kuvvet doğrultusunda cisim ivme kazanır. Bu ivme, etkileyen kuvvetle doğru, cismin kütlesiyle ters orantılıdır. 3) Her kuvvet zıt yönde ve eşit şiddette bir tepki doğurur.

Dördüncü kanun olan kütlesel çekim kanunu, gök cisimlerinin hareketlerini açıklamak için geliştirilmiştir. Buna göre, herhangi iki cisim birbirlerini m1 ve m2 kütleleriyle orantılı, arasındaki d mesafesinin karesiyle ters orantılı bir kuvvetle çekerler.

F= G m1 m2/d2

Burada G, kütlesel çekim sabiti olup boyutlu bir büyüklüktür.

G= 6,670x10-8 dyne cm2/g2.
Denge
Mekaniğin bir dalı olan statik, hareketsiz cisimlerin dengesiyle meşgul olur. Bu tür problemler, kararlı denge metodu ve virtüel iş prensibi ile çözülebilir. İlk prensipte, cisme etki eden kuvvetlerin ve momentlerin, her doğrultuda dengede olduğundan hareket edilir. Yani etki eden kuvvetlerin bileşkesi sıfır olmalıdır. Bu, pratik olarak seçilen dik eksen takımında, bütün kuvvetlerin ayrı ayrı bileşenlere ayrılması ve sonra bunların her eksen için toplanarak sıfır eşitliğinin kontrol edilmesinden ibarettir.
Moment
Şekil değiştirmeyen bir cisim, öteleme hareketi yanında, bir eksen etrafında dönme hareketi de yapabilir. Bu dönme hareketi, birbirine paralel ve eşit büyüklükte kuvvet çifti tarafından doğurulur. Kuvvet çiftinin döndürme etkisi, kuvvetlerin büyüklüğü ve aralarındaki mesafeyle doğru orantılıdır. İşte bu etki, moment olarak isimlendirilir. Böyle dengenin ikinci tür şartına gelinir. Bu şart, cisme etkiyen momentlerin bileşkesinin sıfır olmasıdır. Bu da pratik olarak, cisme etkiyen kuvvetlerin, birbirine dik seçilen eksen takımına göre olan momentlerin ayrı ayrı toplanıp, sıfır etmesi şartıyla kontrol edilir.

Dengedeki bir cisme etkiyen kuvvetler, eğer cisim şekil değiştirmez kabul ediliyorsa, etki eksenleri boyunca kaydırılabilir. Bir kuvvetler sistemi, ancak bileşkesi büyüklüğünde ve ters yönde bir kuvvet etkisiyle dengelenebildiği halde, bir kuvvet çifti ancak momenti, yani döndürme şiddeti eşit fakat ters olan bir kuvvet çiftiyle dengelenir.
Kütle merkezi ve ağırlık merkezi
Kütle merkezi, cisimdeki bütün maddesel noktaların momentlerinin toplamlarının sıfır ettiği noktadır. Denge şartları bakımından, cismin bütün kütlesi burada toplanmış gibi bakılabilir. Yerçekimi kuvveti, kütle ile orantılı olduğu için, klasik mekanikte, kütle merkezi ile ağırlık merkezi aynı kabul edilir. Eğer cisimde kütle yayılışı düzgünse bu nokta, aynı zamanda cismin geometrik merkezi ile çakışır.
Dairesel hareke
: Dairesel (dairevi) hareket, cismi devamlı yön değiştirdiği için, hızın büyüklüğünde bir değişiklik olmasa da, yönü değiştiğinden sürekli ivmelenir. Burada ivme (a), daima dönme merkezine yönelik olup, r dönme yarıçapı, v teğetsel hız ve ¥= u/r sabit açısal hız olmak üzere a= ¥2= v2/r şeklinde belirlidir. Eğer dairesel hareket düzgünse başka ivme mevcut değildir. Ancak dönme hızı zamana bağlı değişiyorsa teğetsel bir ivme mevcut olur. Bu merkezsel ivme, cismi dairesel yörüngede tutmağa yarar. Dairesel hareketin doğması için cisme dönme merkezine doğru kuvvet tatbik edilir. Bu kuvvet, cisimde hasıl olan “merkezkaç kuvveti” ile dinamik dengede bulunur. Bu iki kuvvet, etki-tepki şeklinde olup, m cismin kütlesini göstermek üzere F= mv2/r olarak ortaya çıkar. Bir cismi dairesel yörüngede bulundurmak için böyle bir kuvvetin tatbikine ihtiyaç vardır.
Basit harmonik hareket
Bir dairesel harekete, bulunduğu düzlemde bakıldığında, ortaya çıkan, gel-git yani titreşim şeklinde bir hareket türüdür. Hareketin periyodu, tam bir devrin yapılması için geçen zamandır. Harmonik harekette maddesel nokta, bir denge konumu etrafında hareket eder. Bu konumdan olan mesafesi, noktanın yerdeğiştirmesidir. Bu tür harekette, ivme yerdeğiştirme ile orantılı fakat ters yöndedir. Harmonik harekete tabiatta çok sık rastlanır. Serbest bırakılan yayların ve sarkaçın hareketi bu türdendir. Bir sarkaçın periyodunun, boyuna ve o yerdeki yerçekimi ivmesine bağlı olduğu çok eskilerden beri bilinmekteydi. Yani titreşim yerdeğiştirme küçük kalmak şartıyla, sarkaçın periyodu, yerdeğiştirme miktarına bağlı değildir. Bu sonucu kullanarak, çeşitli yerlerde yerçekimi ivmesini ölçmek mümkündür. Jeolojide gravimetre adı verilen aletler bu esasa göre çalışır.
İş
Bir kuvvetin yaptığı iş, kuvvet doğrultusunda meydana gelen yerdeğiştirmeyle kuvvetin çarpımına eşittir. Eğer kuvvet doğrultusunda bir yerdeğiştirme meydana gelmiyorsa, iş sıfırdır. Çok büyük bir ağırlığı tutan kimse onu düşey doğrultuda hareket ettirmezse, mekanik bakımından yaptığı iş, sıfırdır. Buna benzer şekilde, eğer sürtünme veya kayma yoksa dönme hareketinde de hiç bir iş yapılmaz. İşin birimi kgm, dyne-cm (erg), Newton-metre (joule) olabilir.
Virtuel iş metodu
Bu prensip, “Dengede olan bir sisteme çok küçük yerdeğiştirmeler verildiğinde yapılan iş sıfır”dır şeklinde ifade edilebilir.
Enerji
Enerji, iş yapabilme kapasitesidir. Potansiyel ve kinetik diye iki bölüme ayrılır. Potansiyel enerji, depolanmış kullanılabilecek enerjidir. Bütün cisimlerde bu tür enerji mevcuttur. Mesela, gerilen bir yay veya yükseğe kaldırılan bir cisim potansiyel enerji kazanır. Yani, boşaldığında iş yapabilirler. İkinci durumda kazanılan potansiyel enerji, cismin ağırlığı ile yüksekliğin çarpımından ibarettir. Tabii başka tür depolanmış enerjiler de mevcuttur. Mesela, kömürde, dinamitte ve bitkilerde depolananlar gibi. Bir cismin kinetik enerjisi ise kütlesi ile hızının karesinin çarpımının yarısına eşittir. Newton’un ikinci kanunu bu enerjilerin toplamının hareket boyunca korunduğunu ifade eder. Bu sonuç tabiatta enerjinin farklı şekillere girerek değişikliğe uğradığını ortaya koyar. Her ne kadar sürtünme ile enerji azalır, kaybolur gibi görünse de, halbuki bu sadece ısı enerjisine dönüşmektedir. “Güç”, yapılan işin zamana bağlı değişimidir. Mesela “Beygirgücü”, saniyede 75 kgm’lik, “Watt” ise saniyede 1 joule’lük işe karşı gelir. Dönen bir cismin kinetik enerjisi, atalet momenti ile cismin açısal hızının karesinin çarpımının yarısına eşittir. Atalet momenti cismin kütlelerinin, dönme eksenine olan uzaklıklarının kareleri ile çarpımlarının toplamlarına eşittir.
Sürtünme
Bir yüzeyin diğer yüzey üzerinde değerek hareket ederken, karşılaşılan dirençtir. Sürtünme, pekçok işin yapılabilmesini sağlar. Ancak, verimi azaltır. Bir tür enerji, diğer tür enerji şekline dönerken, bir kısmı ısı enerjisi olarak kaybolur. Sürtünme kuvveti, hareketi önleyici yönde ve yüzeye paralel olarak ortaya çıkar. Bu kuvvet, yüzeye tatbik edilen kuvvetle, değen iki yüzeyin özelliğine bağlı bir katsayıyla orantılıdır

Psikoloji : Karizma

Karizma hakkında bilgi
Sosyal bilimler literatürüne E. Troelsch tarafından sokulan ve Marx Weber tarafından geliştirilen karizma kavramı, başlangıçta Katolik teolojisinde, Tanrı'nın bahşettiği spritüel bir gücü ifade etmektedir. Politikayı insanlar arası egemenlik mücadelesi olarak gören Weber karizmayı, salt şiddet içermeyen bir egemenlik (domination) türü olarak kavramsallaştırmıştır. Ona göre karizmatik egemenlik, liderin kişisel değerine, onun tarihsel, istisnaî veya örnek karakterine dayanır.

Sosyal bilimler literatürüne E. Troelsch tarafından sokulan ve Marx Weber tarafından geliştirilen karizma kavramı, başlangıçta Katolik teolojisinde, Tanrı'nın bahşettiği spritüel bir gücü ifade etmektedir. Politikayı insanlar arası egemenlik mücadelesi olarak gören Weber karizmayı, salt şiddet içermeyen bir egemenlik (domination) türü olarak kavramsallaştırmıştır. Ona göre karizmatik egemenlik, liderin kişisel değerine, onun tarihsel, istisnaî veya örnek karakterine dayanır.

Karizmatik liderlik, rutin bir yönetim durumundan veya bir düzenden ziyade, düzen değişikliğine, hatta devrimlere gönderir; toplum veya örgütlerin normal işleyiş koşullarının dışında köklü bir değişiklik veya dönüşümleri sırasında söz konusu olur. Bu tür anlarda, kitleler, iradelerini bir misyonla yüklendiğine inandıkları şef veya lidere devretmeye meylederler; liderleriyle özdeşleşmeye ve yeni davranış tarzları benimsemeye giderler.

Liderin manyetik alanına girdiklerinde, yaşam koşullarını aşarak farklı bir varoluşa doğru sürüklenirler. Karizma, 'bir tür yüksek enerji gibidir, kriz anlarında ortaya çıkan, miskinliklere, durağanlıklara son veren, alışkanlıkları kıran bir güçtür' (Moscovici). Karizma, belirsizlik, yönsüzlük içinde kaybolduklarını hisseden insanlara, yön bulmalarını sağlayacak bir dış sabit nokta sağlar; onları ortak bir referans çerçevesi, bir hedef, bir üst amaç etrafında bütünleştirir.

Karizmatik liderlerin kitle üzerindeki etkileri, yasal bir güce, bir statü veya mevkiye, ekonomik kaynaklan elinde tutmaya değil, onlara atfedilen kişisel melekelere ve özelliklere dayanmaktadır; etkileri, zorlamadan ziyade iknaya, içten fethetmeye, uyandırdıkları güven düzeyine, gönüllü rızaya, insanlarla kurdukları duygusal iletişim tarzına bağlıdır.

Bu bakımdan, karizmatik lider, kısmen politika ve yönetim dışıdır; bir mevzuatla, bir hukukla, bir kurum mantığıyla sınırlandırılmaya uygun değildir. Fonksiyonları tanımlanmış, rolleri belirlenmiş görevlilerden ziyade, özveriyle hareket eden taraftarlara, tilmizlere hitap eder.

Endüstriyel örgütlerde bazı yöneticiler, karizmatik güç sahibi sayılmaktadır. Bu tür yöneticilerin etrafındakiler üzerinde bir çekim etkisine sahip oldukları, bir özdeşleşme modeli oluşturdukları ve daha genç yöneticiler tarafından taklit edildikleri kaydedilmektedir. Günümüz örgüt literatüründe 'dönüştürücü liderlik' olarak adlandırılan liderlik (Bass, 1990) tipi, bir bakıma karizmatik liderliği ifade etmektedir.

Din : Tapınaklar - Eski Mısır Tapınakları

Eski Mısır tapınakları hakkında bilgi
B ir Mısır tapınağı genel ibadetin bir yeri degildir. Onlar Tanrılar için türbedir ve bir Tanrınin bazı özel hallerini temsil eder. Sadece papazlar mabetlerin içerisin girebilirler, kutsal ayin ve törenler gerçeklestirirler. Bazı durumlarda sadece Kral kendi kendine veya yetkilendirdigi vekilinin içeriye girmesine izin verilirdi.

Eski Mısır Tapinagi dogaüstü, metafiziksel ve insan gücü gibi özel bir güç arasinda insa edildi. Bu da evren, toprak ve insanin yarari içindi. Akademisyenler ve turistler için bir sanat galerisi olarak planlanmadi. Yillik festivalde Eski Mısır halkina sadece bir kismi açildi.

Bu yüzden her Eski Mısır tapinagi özel bir yerdir. Digerlerinden daha ilginç ve daha önemli tapınak yoktur. hepsi esit önemdedir.

Tapınakların duvarlarındaki yazitlarda amaç ve anlamları bilmiyoruz. Bu gibi tapınaklar yillar sonra halka açildi.

Mısır hakkindaki bilgimizin çogunu, Mısır’ın Ptolemic’in hükümdarligi esnasinda insa edilen tapınaklardan aliriz.

Ptolemic tapınaklar, genellikle orijinal Mısır stilinden farkli bir stile sahiptirler. Ptolemic tapınakların bazı özellikleri sunlardir:

· Bu tip tapınaklarda güzel yontulmus heykeller vardır fakat fazla ilham vermez.

· Kadın çok güzel görünür ama kaba bir yolda zarif Mısır kadın stilinden farklidir.

Tapınakların Plani:

Bir tapinagin alisilmamis dizayni ve yerinin seçimi, ekonomik düsüncelerin üzerine dayanmamiştir.

Büyük tapınaklar hizli insa edilemez veya bir kral tek basina insa edemez. Böyle tapınaklar ardarda gelen krallar tarafindan uzun yillarca insa edilirler.

Genelde, Mısır Tapinagi çamur tasli agir bir duvarla çevrilmiştir. Tapınaktaki bu duvarin etrafi, sembolik olarak kaosun sahinlerinin kurdugu sekilde izole edildi. Mecaz olarak çamur, cennet ve yeryüzünün birlesiminden olustu. Tugla duvar kendisini akan dalgalara set yapti, sembolik olarak ilkel sular yaratmanin ilk asamasi temsil edilir.

Tapinagin dis duvarları bir kalkana benzer. Böylece bütün cisimlere, formlara karsi tapinagi savunur. Tapinaga 2 kapidan girilir. Ileride bir açik mahkeme yatiri varir. Bu mahkeme bazı zamanlar kenarda sira sütunlar vardır. Ortasinda da kurban kesme yeri vardır. Sonra tapınak ekseni boyunca, hipostil sütunlasmis bir salon gelir ve sik aralikli küçük odalarla çevrilidir. Bunlar tapinagin ekipmanlarıni ve diger 2.fonksiyonlarıni depolamak için kullanilirdi. Sonuç olarak, türbenin kapsadigi bir karanlik odada mabet vardır ve nefer figürü yerlestirilmiştir. Mabedin kapiları kapalidir ve uzun yillar boyunca kilitli ve mühürlüdür. Sadece büyük festivallerde açilir. Mabet “Büyük Koltuk” olarak da bilinir.

Tapinagin duvarları disinda papazların konutları, atölyeler, sandik odaları ve diger yardimci yapilar vardır.

Duvarlardaki Sembollerdeki Ifadeler:

Biz hayatimizda her seyi sembollerle ifade ederiz. Duvarlardaki yazilar ve illüstrasyonlar 3000 yil önce yaşayan insanların anlayacagi halde sembolize edilmiştir. Bazı duvarlardaki sembolizmler sunlardir:

· Tapinagin dis duvarlarındaki ve dis avlusundaki duvarlarındaki sahne; isigin sahinlerle savasini gösterir. Kral tarafindan temsil edilir. karanlik sahin yabanci düsmanları temsil eder.

· Bir başka figürde, bazı seyleri önermek için 2 sag el bir aktif rol anlamina gelir. 2 sol el de pasif rol anlamina gelir.

Günümüze Yetişen Önemli Bazı Tapınaklar

KARNAK Tapınağı KOMOMBO Tapınağı LUXOR Tapınağı PHILAE Tapınağı DENDERA Tapınağı RAMSES III Tapınağı

Pipes Output

Blog Archive

etiket bulutu

Widget edited by Davut Erarslan