revizyon ile organize matbaacılık brnckvvtmllttrhaberi

Hukuk : Haklar - İnsan Hakları Nelerdir?

insan Hakları Nelerdir
28 Şubat 2009 Yorum Yok
insan Hakları Nelerdir

Maurice Cranston Insan Haklari” (human rights) eskiden “insan(in) haklari” (rights of man) olarak adlandirilan seyin oldukça yeni adidir. “Insan haklari” ifadesinin kullanilmasini tesvik eden, Birlesmis Milletler’deki görevi esnasinda dünyanin bazi bölgelerinde insan haklari kavraminin kadinlarin haklarini (rights of women) da kapsadiginin anlasilmadigini gören Elanor Roosvelt idi.

“Insan haklari”kavrami daha önceki bir tarihte orijinal “tabiî haklar“ kavraminin yerini almisti. Çünkü, tabiî haklar mefhumunun mantikî olarak baglantili bulundugu tabiî hukuk konsepti bir ihtilâf konu su olmustu. Aydinlanma Çaginda (Age of Reason) tabiî haklar hakkinda çok sey söylendi, çünkü bu çag ayni zamanda bir devrimler çagiydi.

John Locke, 1688 Ingiliz Devrimiyle iliskilendirilen yazilar(in)da, modern dünyada tabiî haklar doktrininin en önemli teorisyeni olarak kabul edilmesini saglayacak bazi tezler öne sürmekteydi. Insanlarin yasamak, hürriyet ve mülkiyet sahibi olmak için tabiî bir hakka sahip oldugunu ayrintili biçimde anlatti. Ingiliz Parlamentosu tarafindan 1689′da çikartilan Haklar Bildirgesi (Bill of Rights) bu tabiî haklari pozitif haklara dönüstürmek üzere hazirlandi; tabiî haklara herhangi bir suçla suçlandirilan herkesin bir jüri tarafindan âdil ve açik biçimde muhakeme edilmesi hakkini da ekledi ve asiri para cezalariyla insafsiz ve olagan olmayan cezalari yasakladi.

Locke’un teorileri ve Ingiliz Haklar Bildirgesi örnegi bastan basa Bati Dünyasinda büyük bir etki yapti. haziran 1776′da Virginia devletinde bir temsilciler meclisi tarafindan bir haklar bildirgesi kabul edildi. Bu bildirgenin ilk maddesi söyle demekteydi: “Bütün insanlar (men) dogustan esit derecede hür ve bagimsizdirlar ve belirli vazgeçilmez haklara sahiptirler; bir toplum haline geldikleri (siyasal toplum kurduklari) zaman hiçbir sözlesmeyle gelecek nesillerini bu haklardan, yani yasama ve hür olma, mülk kazanma ve ona sahip olma, mutlulugu arama ve elde etme haklarindan mahrum kilm Aya zorlayamaz, veya onlari bu haklardan mahrum birakamazlar.

Locke’un üç hakkina burada mutlulugun eklendigine dikkat edin, çünkü o dönemde Bati Dünyasi 17. asrin Kalvinist sadeliginden 18. asrin daha neseli hedonizmine (hazcilik) dogru yol almistir. Ayni kelime (mutluluk) 13 Amerikan Devleti tarafindan Temmuz 1776′da ilân edilen Bagimsizlik Beyannamesinde de yerini aldi: su gerçekler bizim için kendiliginden gayet açiktir: Bütün insanlar (men) esit yaratilirlar; Yaraticilari tarafindan (verilen) belirli vazgeçilmez (terkedilmez) haklara sahiptirler; hayat, hürriyet ve mutlulugu arama haklari bunlar arasindadir. Locke’un sade düsüncelerine kanat veren Thomas Jefferson’un belâgati… Pekçok bakimdan Ingiliz ve Amerikan Devrimlerinden etkilenen, fakat kisa sürede ikisinden de çok farkli bir seye dönüsen Fransiz devrimi haklarin lisanini hemen der-hal benimsedi.

Lafayette, Bagimsizlik Savasi sirasinda Amerikan kuvvetlerinde yaptigi hizmetler sirasinda edindigi birikimden yararlanarak, bu Anglo–S akson beyannamelerini hemen hemen kelimesi kelimesine Paris’te 1789 yilinin daha kibar anlarini isaretleyen ‘Déclaration des droits de l’homme et du Citoyen’e tercüme etti. Decleration,” insanlar hür ve esit sartlarda dogar ve öyle kalir”; “Bütün politik cemiyetlerin (birlesmelerin) amaci insanin (man) tabiî ve inkâr edilemez haklarinin korunmasidir: Bu haklar, hürriyet, mülkiyet, güvenlik ve zulme direnmedir” der. Hürriyet, “bir digerinin haklarini ihlâl etmeyen herhangi bir seyi yapmakta sinirlanmamis olmak” seklinde tanimlanir, ve özgür konusma, özgür basin, din özgürlügü ve keyfî tutuklanmadan masun olmayi kapsayacak sekilde telâkkî edilir. Fakat insan haklari fikrinin orijinini bulmak için daha gerilere gitmeliyiz.

Belirli sehir devletlerinin vatandaslari isogoria veya ifade hürriyeti (freedom of speech) ve isonomia veya Kanun önünde esitlik (equality before law) gibi haklardan yararlandilar. sehir devletlerinin yok olusunu izleyen Hellenistik devirde insanlar bu haklari sivil hukukta degil, fakat daha yüksek bir hukukta, tabiî hukukta kök salan haklar olarak gördü. Tabiî hukuk, herhangi bir çesit ilâhî bildirim olmaksizin her rasyonel beyinin tereddütsüz farkedebilecegi bu baslangiç prensiplerini tecessüm ettirdi. Roma’nin Stoikleri, filozoflarindan ziyade hukuk bilginleri (jurist) de ayni fikri benimsedi.

Bu yüzden, tabiî hak eski dünyada (ancient world), Orta Çag Hiristiyanlik âleminde ve modern Akil Çagi’nin ilk dönemlerinde pek canli olmus, çok kuvvetli bir geçmise sahip bir fikirdir. Bununla beraber 1815′te Avrupa’da eski düzenin restorasyonuyla 1930′larda totaliter rejimlerin yükselisi arasindaki yillarda hem tabiî hukuk hem tabiî haklar özellikle mod aya ters düsen fikirlerdi. Söz gelimi, 19. asir Almanya’sinin liderleri bir yandan hem tabiî hukuka hem tabiî haklara bagli olduklarini öne sürdüler, bir yandan da haklarin bireysel insanlara (kisilere) ait olmadigini, toplumlara veya milletlere ait oldugunu söylemeye devam ettiler. 19. asrin birey haklarini küçümseyen Milletin haklari doktrininin sampiyonlari aslinda hasim kamplarin, tabiî hukuku ve tabiî haklari saçmalik olarak mütalâ eden pozitivist, empirisist ve faydaci (utilatarian) kamplarin teorisyenleriyle uyum içindeydi.

Ve felsefede moda çok önemli bir faktör oldugundan 20. asrin baslarinda insan haklari (rights of man) anlayisini savunmaya muktedir veya istekli ciddî bir teorisyen neredeyse kalmamisti. Gerçekten 1918′den sonra haklar teorisinin elestiricileri hücûmlarinda dahasaldirgan oldu; hukukçu pozitivistler mahkemelerin muhafaza ettigi seyin yalnizca mevcut hukuk oldugunu, mantikçi pozitivistler ise duyusal deneyimle dogrulanamayacak herhangi bir sözde gerçegin anlamsizlik oldugunu söyleyecek kadar ileri gitti. Bu tür pozitivist teoriler en kâmil biçimde Almanca konusan dünyada gelistirildi ve çekiciliklerini ilk kaybettikleri yer yine buraydi. Çünkü Hitler iktidara geldigi va-kit ona usakça bagli mahkemeler en kati pozitivistin bile kol Ay kolay âdil olarak nitelendiremeyecegi birçok Kanunlar icra etti. Bütün bunlar tekrarlanmayi gerektirmeyecek kadar iyi bilinmektedir. 1933′ten sonra Bati dünyasi baska bir mutlaklik (absolutism) çaginda, veya daha ziyade, eski mutlak krallarin en kötüsünden çok daha kötü bir totaliter diktatörlük çaginda yasamakta oldugunu anladi. Bu tür rejimler bir “egemen”in hükmü olan bir “hukuk”u degil, fakat bir zalim ve soy kirimci despotun hükmü olan “hukuk”u uyguluyor olarak görülebilirlerdi. Bunu protesto eden siradan insanlardi: “Bu hukuk olamaz.

Hukuk eger hukuk adini hak edecekse, en azindan, her insanin insan olmaktan dolayi sahip oldugu bazi temel haklara saygi duymalidir”. Burada yeni bir problemle karsilasiriz: II. dünya Savasi siralarinda bir yandan yeniden gözde bir kavram haline gelen tabiî haklar fikri gittikçe yayilir ve insanlar haklara sahip olduklari konusunda ikna edilirlerken, bir yandan da insanlarin sahip olduklarini iddia ettikleri veya sahip olduklarinin söylendigi haklara hiçbir sinir konulmamaya baslandi. Birlesmis milletler, belki, bu durumun önemli bir kismindan sorumluydu. Kurulusu döneminde Birlesmis Milletler, Winston Churchil’in insan haklarinin “tahta oturma”si olarak adlandirdigi seyle yüklenildi (görevlendirildi). Bu haklarin neler oldugunu tayin etmek üzere bir komisyon kurarak ise basladi ve bu komisyonun müzakerelerinin sonucu olarak, BM Genel Kurulu’ndan 1948′de “geçen ve ilân edilen”, Insan Haklari Beyannamesi ortaya çikti. Bu beyanname, Amerika ve Fransa’da 18. yüzyilda yayinlanan beyannamelerden çok daha uzun, garip bir belgedir.

Ilk maddeler kisminda lisan John Locke’un, Thomas Jefferson’in lisanidir. Hayat, hürriyet ve mülkiyet haklari kolayca anlasilabilecek biçimde anlatilir: Beyanname seyahat hürriyeti, mal sahibi olma, evlenme, kanun önünde esitlik ve herhangi bir suçla itham edilme halinde açik ve adil bir yargilanma haklariyla din hürriyeti, bariscil toplanma ve politik mülteci olarak siginma haklarini tavsif eder. Kölelik, iskence ve keyfî tutuklama yasaklanir. Bununla beraber beyanname açikca kendini bu haklarin olgunlastirilmasina ve herkes için zorlayici özellik kazandirilmasina tahsis etmez. Beyanname, sosyal güvenlik, münasip bir yasama standardi, tibbî bakim, istirahat, eglence ve hatta “ücretli periyodik tatil” gibi seylere yönelik insan haklarini bildiren daha baska bir maddeler dizisi içerir. Bu yeni haklar ile geleneksel tabiî haklar arasindaki fark beyannamenin taslagini yazmaktan sorumlu olanlarin gözünden kaçmadi.

Komisyonun kayitlarinda ilk maddeler dizisi, yani bütün maddelerin ilk yirmisi “siyasî ve sivil” haklar, digerleriyse “ Ekonomik ve sosyal haklar” olarak adlandirilir. Öyle görünmektedir ki, bu “ekonomik ve sosyal haklar”, ülkelerinde bireyin hürriyet ve mülkiyet hakkini kurdugunu iddia edemeyecek, fakat kendilerinin kontrolü altindaki insanlarin çogu için sosyal güvenlik, saglik hizmetleri ve ücretli tatil sagladigini –veya saglamaya çalismakta oldugunu– öne sürebilecek ülkeler tarafindan beyannameye ilâve edilmistir. 1948 Evrensel Insan Haklari Beyannamesine bu “ekonomik ve sosyal haklari” dahil etmenin âsikâr bir sonucu kelimelerden fiiliyata geçisin imkânsiz hale gelmis olmasiydi. Birlesmis milletler tarafindan 1946′da kurulan komisyon bir “milletler arasi haklar bildirgesi” hazirlamakla görevlendirilmisti ve komisyondaki Ingilizce konusan delegeler, hem taninacak belirli haklari tayin eden (bunlar geleneksel sivil ve siyâsi haklardi) hem de bu haklarin ihlâliyle ilgili iddialari izleyip düzeltecek uluslararasi kurumlar olusturulmasini saglayan, sözlesme (convention) biçimine bir beyanname taslagi hazirladi. Fakat 1948′de ortaya çikan bir haklar beyannamesi (declaration) veya bildirgesiydi (manifesto). Tersine 1950′de geleneksel sivil ve politik haklari zikreden Avrupa Insan Haklari Sözlesmesini (convention) gerçeklestiren Avrupa Konseyi insan haklarini tahta oturtmada hatiri sayilir bir ilerleme yapti; çünkü bu sözlesmede tecessüm ettirilen haklar kavrami tutarli ve rasyoneldi. Insan haklari (human rights) herkesin sahip oldugu bir seydir.

Bir insan, belirli bir isi yapmasi, muayyen bir rolü icra etmesi, yahut belirli görevleri yerine getirmesi dolayisiyla bu haklari kazanmaz, bu haklar sadece insan olmasindan ötürü ona aittir. Filozof Jacques Martin’in belirttigi gibi: “Insan bir kisi, bir bütün, kendisinin ve kendi eylemlerinin bir efendisi olmasi dolayisiyla haklara sahiptir ve sonuç olarak insan, basitçe, bir amaca yönelik bir araç degildir, fakat bir amaçtir. Insan kisi saygi gösterilme hakkina sahiptir, haklarin konusudur, haklara sahiptir. Bunlar, insanin insan olmasi yüksek gerçegi dolayisiyla insana Borçlu olunan seylerdir. Insan haklarini haklilastirmanin zorlugunun bir kismi onlarin evrenselliginden kaynaklanir. Moral haklar kesinlikle taninabilir; çünkü evrensel degildirler, bir bireye –veya sinirli bir bireyler topluluguna– aittirler; çünkü bu tek kisi veya bireyler toplulugu kendini genel insan toplulugundan özel bir sey yaparak ayirmaktadir ve bu özel isle söz konusu moral hakki kazanmaktadir. Bir moral hakki haklilastirmanin standard yolu hakkin kazanildigini göstermektir.

Locke’a göre insanlar mülkiyet hakkini, isgüçlerini Tanrinin onlara gelistirmek ve zevk almak için verdigi tabiî dünyanin parçalariyla karistirmak (birlestirmek) yoluyla kazandi. Fakat biz bu argümani insan haklarini, özellikle bunlarin en önemlilerini teskil eden ve kazanilmamis haklar olan hayat ve hürriyet haklarini savunmak için kullanamayiz. Mamafih, evrensel insan haklarinin varliginin, 1948′de Birlesmis Milletler’in yaptigi ve modaya uygun (yaygin) düsüncenin yapmaya devam ettigi (hata) yapilmazsa, haklilastirilabilecegini belirtmek istiyorum: Bunun yolu da sosyal güvenlik ve ücretli tatil gibi güzelliklere yönelik evrensel taleplerin insan haklari olarak ilân edilmemesidir. Böyle seyler ideal olarak hayranliga lâyiktir, fakat bir ideal bir haktan bütünüyle farkli bir mantikî kategoriye aittir. Eger haklar idealler statüsüne indirilirse, bütün insan haklarini koruma tesebbüsü kundaklanacaktir. Bir hak, tanimi geregi, hiçbir yerde hiçbir kimsenin, adalete ciddî bir tahkir teskil etmeksizin, mahrum birakilamayacagi bir seydir. Asla caiz olmayan belirli eylemler, katiyetle tecavüz edilemeyeek muayyen hürriyetler, kutsal bazi seyler vardir. Eger bir insan haklari beyannamesi olmak istedigi sey olacaksa bu söylem sahasiyla tahdit edilmelidir. Eger farkli bir haklar düzenlemesi ileri sürülürse, derhal hersey lâçkalastirilir, açik emir müphem bir dilek olur.

Insanlar söyle diyebilir
“Ücretli izne sahip olmak herkes için harika bir sey olacakti, herkes için sosyal güvenlige, adil muhakeme edilme, hür konusma ve hayat hakkina sahip olmak mükemmel bir sey olacakti ve belki bir gün bütün bu güzel idealler gerçeklestirilecektir.” Böylece ekonomik ve sosyal haklar iddialariyla asiri derecede yüklenmis bir evrensel beyannamenin etkisi, politik ve sivil haklari ahlakî zorlayicilik alaninin disina çekip ütopyaci özlemlerin alaca karanligina itmektir. Ve bir hakkin anlasilmasinda hiç bir sey bir hakkin bir ideal olmadiginin kabul edilmesinden daha önemli degildir. Bir ideal gerçeklestirilmek istenen bir hedeftir, fakat, tanimi geregi, hemen derhal gerçeklestirilemez. Bunun aksine, hak, saygi gösterilebilecek ve ahlakî bakimdan hemen simdi saygi gösterilmesi gereken bir seydir. Eger hak ihlâl edilirse adaletin kendisi suistimal edilir. Kazanilan hakki haklilastirmada hiç bir güçlük yoktur ve bu kazanimin satin alma, hediye, miras veya is yoluyla mi saglandiginin önemi yoktur.

Insan haklari bu yollarin hiç biriyle kazanilmadigi, insanin sahsinda tabiî olarak mevcut oldugundan, varliklarini haklilastirmak için baska argümanlar gereklidir. Insan haklarinin tabiî hukuktan kaynaklandigini söyleyen geleneksel görüs hakkinda söylenecek çok sey vardir, çünkü insan haklarinin varligini iddia eden bir kimse, insanin tabiatinda onu hayvanlara ve meleklere gösterilmesi gerekenden farkli bir saygiya lâyik kilan birseyin varoldugunu söylemektedir. Tabiî haklar kökenlerinden herkesin dogal olarak yaptigi talepler olarak görülebilir. Hiç kimse siddetli bir ölümle hayattan ayrilmayi veya kendisine zarar verilmesini istemez. Hiç kimsenin dogal hareketleri ve dogal hislerini ifade etmesi engellenemez. Bundan baska, insan asiri ölçüde saldirilara açiktir. Oklu kirpilere ve istakozlara benzemeksizin homo sapienler vücutlarinda pek az savunma aracina sahiptirler. Bazen daha ileriye gidilerek bu saldiriya çok açik olus özelliginin insani egoist bir hayvan olmaktan sosyal bir Hayvan olmaya dönüstürdügü öne sürülür. Çünkü insan kendi varligini korumak için kendisi ve komsulari için baris ortami temin edecek bir kurallar sistemi içinde yasamak zorundadir.

Rousseau ahlâk (ilik)in insan toplumuyla basladigini ileri sürdü. Herhalde insanin ahlâk anlayisi, bir toplumda yasama deneyimine borçlu oldugu bir seydir. Insan bir top-lumda ahlâki hak taleplerinde bulunabilir.Sadece zarar verilmemek istendigini degil, kendine zarar verilmemesi gerektigini de söyleyebilir; çünkü toplum hiç kimsenin, bir digerine zarar vermedigi sürece incitilemeyecegi mutlak anlayisina dayanir.

Toplum ayni anda (zamanda) bireyin komsusuna zarar vermeme görevini ve komsusu tarafindan zarar verilmeme hakkini yaratir. Tekrar vurgulayalim, tabiat ilk hürriyet hakki kavramimiza katilir. Epiktetus hürriyet hakkinda konustugu v Akit onu su sekilde tasvir eder: “Nereye istersem giderim; diledigim yerden gelirim”. Hürriyet için kullanilan Yunanca kelime eleutheria dir ve bu kelimenin etimolojisinin “birinin diledigi yere gitmesi”nden kaynaklandigi görülmektedir.

Profesör C.B. Macpherson bunu pek güzel izah etti: “Herhangi bir insan haklari doktrini bazi bakimlardan bir tabiî haklar doktrini olmak zorundadir. Insan haklari yalnizca dogal haklarin türleri olarak ileri sürülebilir, su anlamda ki, bu haklar, ister simdiki halleriyle ister olmaya muktedir halleriyle, insanlarin tabiatindan (yani ihtiyaçlarindan ve yeteneklerinden) istidlâl edilmelidirler”. Bundan dolayi tabiî haklar hakkinda konusmanin saçmalik olmadigi sonucuna varmaliyiz. Dogal haklar insanin dogal olarak yaptigi taleplerden zuhur olan evrensel moral haklar olarak anlasilabilir. Fakat süphesiz sadece bir moral hakka sahip olmak yeterli degildir, insan bu hakka saygi gösterttirmek ister. Bunu talep etmek, ideallerin veya özlemlerin bir ifadesi olarak müphem ve ütopist bir sey yapmak degildir; daha çok, insanlarin hürriyetini, güvenligini, vakarini ve benzerlerini inkâr eden otoriteleri ve güçleri, adalet ve ahlâk adina suçlandirmaktir.

Bir insanin haklarinin zaman zaman baska birinin haklariyla çarpisacagi kaçinilmazdir ve duruma göre bir bireyin haklariyla devletin güvenligi arasinda da bir çatisma olabilir. Fakat güvenlik genel olarak insan haklariyla arasi açik olan (uyusmayan) bir sey degildir, çünkü güvenlik insan haklarindan biridir. Birinin güvenligi herkesin güvenligiyle baglantilidir ve özel olarak güvenlikten yararlanma hakki kamunun güvenlikten yararlanmasina dayanir. Hürriyet ve güvenlik talepleri biribiriyle ancak güçlükle uzlastirilabilecek iki seyin talep edilmesi degildir; dogal olarak birbirine ait olan iki seyin parçasidir. Insan haklari lehindeki klâsik argümanlardan biri hür bir ülkenin despotizmden daha emniyetli olduguydu. tarih bize bunun dogru oldugunu düsünmeye devam etmek için iyi sebepler vermektedir.

.

20 Mart 2009 Cuma | etiket | 0 comments [ Devamını Oku ]

Pipes Output

Blog Archive

etiket bulutu

Widget edited by Davut Erarslan