revizyon ile organize matbaacılık brnckvvtmllttrhaberi

Felsefe : Daimicilik

Daimicilik hakkında bilgi
Genel olarak, insanın toplumun ve yaşamın değişmez bazı temel yönleri, gerçekleri bulunduğunu bu öz ya da yönle ­kaldığını savunan öğreti.
G enel olarak, insanın toplumun ve yaşamın değişmez bazı temel yönleri, gerçekleri bulunduğunu bu öz ya da yönle ­kaldığını savunan öğreti.

26 Mart 2009 Perşembe | etiket | 0 comments [ Devamını Oku ]

Müzik : Kudüm

Kudüm hakkında bilgi
Yarım küre biçiminde bir çift küçük davuldan oluşan ve din müziğinin önemli çalgılarından “kudüm”, dindışı ve mehter müziğinde “nakkare” adıyla anılıyordu. “Tambur”, “kemençe”, “kanun” gibi çalgılarla zenginleştirilmeden önce Mevlevî müziğinin dört temel çalgısından biri (diğerleri “ney”, “rebap” ve “halile”) olan “kudüm”ün, çapları yaklaşık 28-30 cm civarındaki davulları, dövme bakırdan y
Y arım küre biçiminde bir çift küçük davuldan oluşan ve din müziğinin önemli çalgılarından “kudüm”, dindışı ve mehter müziğinde “nakkare” adıyla anılıyordu. “Tambur”, “kemençe”, “kanun” gibi çalgılarla zenginleştirilmeden önce Mevlevî müziğinin dört temel çalgısından biri (diğerleri “ney”, “rebap” ve “halile”) olan “kudüm”ün, çapları yaklaşık 28-30 cm civarındaki davulları, dövme bakırdan yapılmış olup biri büyük diğeri küçük iki tasa benzer.

Yüksekliği ise yaklaşık 16 cm. olan taslar, dibe doğru daralırlar. Büyüğünün ağzına iki, küçüğünün ağzına bir milim kalınlığında deri gerilir. Tiz ses veren davul (tek) sola, öbürü (düm) sağa konur. Daha ince bir derinin gerildiği (tek), boyut olarak da (düm)den biraz küçüktür. Devrilip sallanmalarını önlemek için, simit denen, içi pamuk doldurulmuş bir çift meşin halka üstüne oturtulan davullar, “zahme” denilen bir çift ahşap çubukla çalınır. “Kudüm”ün bakır gövdesi, metalik tınıyı gidermek amacıyla çoğunlukla dıştan meşinle kaplanır.

Edebiyat : Cumhuriyet dönemi ve sonrası Türk edebiyatı

Cumhuriyet dönemi ve sonrası Türk edebiyatı hakkında bilgi
1923'ten günümüze, Cumhuriyet yönetiminin kurulmasının ve Türk Devrimi'nin başlatılmasının ardından, devlet kültüre, Türk toplumunun yerli sanat etkinliklerine büyük önem verip, destekledi ve yönlendirdi, Batı ve Doğu klasikleri Türkçe'ye kazandırıldı, latin kökenli harflerin kabulü ve dil devrimi, özellikle yeni Türk edebiyatının daha geniş kitlelere ulaşmasında büyük rol oynadı. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde biçim ve içerik yönünden büyük değişiklikler oldu. Beş Hececiler'in y
1923'ten günümüze, Cumhuriyet yönetiminin kurulmasının ve Türk Devrimi'nin başlatılmasının ardından, devlet kültüre, Türk toplumunun yerli sanat etkinliklerine büyük önem verip, destekledi ve yönlendirdi, Batı ve Doğu klasikleri Türkçe'ye kazandırıldı, latin kökenli harflerin kabulü ve dil devrimi, özellikle yeni Türk edebiyatının daha geniş kitlelere ulaşmasında büyük rol oynadı. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde biçim ve içerik yönünden büyük değişiklikler oldu.

Beş Hececiler'in yolundan giden bazı şairler, halk kaynağına yöneldiler, Anadolu'yu ve Türk tarihini konu edinerek, ulusçuluk bilincini güçlendirmeye çalıştılar. Yahya Kemal'in "mektepten memlekete" diye özetlediği ilkeyi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dranas gibi şairler, hecenin değişik olanakları içinde şiire egemen kıldılar. 1928'de "Yedi Meşale" adlı ortak bir kitap çıkaran ve " Yedi Meşaleciler" adıyla anılan şairler ( Kenan Hulusi Koray, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret, Muammer Lütfi, Sabri Esat Siyavuşgil, Vasfi Mahir Kocatürk) sürekli ve etkili bir topluluk oluşturamadılar. Cumhuriyet dönemi şiirine yön veren şairlerden biri de, Nazım Hikmet oldu.

Toplumcu-gerçekçi şiirin öncüsü olan Nazım Hikmet, yeni şiire her şeyden önce biçim özgürlüğü kazandırdı. Türk şiirine l940- 1955 yılları arasında egemen olan Garip akımı ( Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat), geleneksel Türk şiiriyle bağını kopardı; Batılı çağdaş ozanlara, özellikle gerçeküstücülere ilgi gösterdi; ölçüsüz, uyaksız, söz ve anlam oyunlarından uzak bir şiir türü geliştirildi. Garip akımına tepki olarak doğan ikinci Yeni akımı (Oktay Rıfat, İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Ülkü Tamer, vb.) üyeleri, özgür çağrışım yöntemini kullandılar, soyutlamaya yönelerek, "anlaşılmaz bir şiir" türü oluşturdular. Bu akımlardan herhangi birine katılmayan bazı şairlerse ( Fazıl Hüsnü Dağlarca, vb.), bireyin yaşam kavgasındaki iniş-çıkışıarını dramatik görünümüyle anlattılar, bazı evrensel konuları şiirlerinde gereç olarak kullandılar.

Cumhuriyet dönemi Türk romanı ve öyküsü, Anadolu insanının gerçeklerine, sorunlarına yöneldi, 1930 yıllarından sonra toplumcu-gerçekçi roman akımının doğması, Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde yasayan insanların yaşamını, sorunlarını gerçekçi gözlemlere dayalı olarak yansıtma olanağı sağladı. Türk toplumunun geçirdiği siyasal,toplumsal, kültürel değişiklikler, bu değişikliklerin insan üstündeki etkileri, yabancılaşma, aydınların edilginliği ve bunalımı, kentleşme olgusunun yarattığı bunalımlar, yurt dışına çalışmaya giden işçiler, cinsellik gibi geniş bir konu yelpazesi ortaya kondu. Cumhuriyet ve sonrasında eleştiri ve edebiyat tarihi çalışmaları daha sağlam bir bilimsel temele oturtuldu. Türk edebiyatının aşağı yukarı bütün dönemleri, bu dönemlerle ilgili akımlar, topluluklar ve genel olarak edebiyatçıların yaşam öyküleri, yapıtları üstüne çeşitli yayınlar yapıldı.

Arkeoloji : Arkeometri

Arkeometri hakkında bilgi
Arkeometri Sir Christopher Hawkes tarafından, yayımına 1958’de başlanan History of Art at Oxford ve Arkeoloji Araştırma Laboratuarı bülteninin ismi olarak bulunmuş bir kelimedir.
Arkeometri Sir Christopher Hawkes tarafından, yayımına 1958’de başlanan History of Art at Oxford ve Arkeoloji Araştırma Laboratuarı bülteninin ismi olarak bulunmuş bir kelimedir.

Arkeometri kelimesi arkeoloji ve metric ( Grekçe meitron kelimesinden “ölçme işlemi” bir ölçüm) kelimelerinin birleşiminden meydana gelmiştir ve arkeolojik buluntuların değerlendirilmesinde kullanılan ölçüm veya sistemler anlamına gelmektedir.

Bu kelimenin ikinci kısmının arkaik olarak gösterilen anlamı arkeologlarla fizik ve tabii bilimciler arasında ortak bir yüzey temin etme konusunda arkeometrinin rolü ile anlam kazanmıştır. Çok kısa olarak arkeometri, arkeolojik verilerin fiziksel ve kimyasal metodlarla, matematiksel modelleme, istatistiksel analiz ve bilgi edinme teknikleri ile değerlendirilmesi şeklinde açıklanabilir.

Arkeometri’yi çeşitli disiplinlerin Arkeoloji’de ortak çalışması diye özetleyebiliriz. Bu disiplinlere Antropoloji, Zooloji, Botanik, Biyoloji, Biyokimya, Keramoloji, Metalurji, Malzeme Bilimi, Yerbilimleri, Fizik, Kimya, Matematik, İstatistik, Bilgisayar Bilimleri ve çeşitli tarihleme metodları örnek olarak sayılabilir. Eskiden Arkeometri denince sadece arkeolojik seramik üzerine yapılan çalışmalar kasdedilirdi.

Arkeolojide oluşan somut bir soru üzerine, bu sayılan displinlerden biri veya birkaçı arkeolojiyle ortak çalışmalar yapabilmektedir.

Arkeolojik çalışmaların başlangıcı çok eski zamanlara dayanmaktadır. Bununla birlikte bu bahsedilen disiplinlerin kullanımı ve uygulanması ortalama olarak son 50 yıldır büyük bir gelişme göstermiştir.

Arkeoloji sosyal bir bilimdir. Ancak arkeolojik araştırmalarda kullanılan bazı verilerin elde edilmesi ve incelenmesi için çeşitli fenni bilimlere başvurulmaktadır. Örneğin metal buluntulardan alınan örneklerin elektron mikroskobuyla incelenerek yapım tekniklerinin araştırılması, seramiklerin kesitlerinin alınıp kullanılan kilin yatağının belirlenmesi, seramik kaplardaki mikroskobik miktardaki yemek artıklarının analiz edilip tanımlanması arkeometri bilminin işidir.

Organik veya inorganik materiyalleri Radyakarbon(C-14), Dendrokronoloji, Elektron Spin Rezonans(ESR), Termolüminesans(TL) ve OSL gibi arkeometrinin en önemli uygulamaları arasında sayılabilecek yöntemlerle tarihlendirmek mümkündür.

Arkeolojik bulguların tarihlendirilmesinde kullanılan bazı yöntemler:

Potasyum Argon Metodu (KA): Radyoaktif olan bir maddenin (potasyumun) radyoaktif olmayan Argon40 gazına dönüşmesi olayıdır. Özellikle jeolojik tabakalar içinde bulunan fosil kalıntılarına uygulanır. 100.000 yılı aşkın volkanik kayalara da uygulanmaktadır.

Radyokarbon Metodu (C-14): 1955’ te Amerika’da Chicago Üniversitesi’nde W. Libby ve arkadaşları bu metodu uygulamışlardır. Bu tarihten itibaren en geçerli, en yaygın trihlendirme metodudur. Özellikle tarih öncesi arkeolojide kullanılır.

Tüm organik maddelerde bulunan radyoaktif karbonun, bunların canlılıklarını kaybetmelerinden sonra belirli bir tempoda azaldığı gözlenmiştir. Bu oran bilindiğinden, bulunan organik maddenin yaşı, bu gözönünde tutularak bulunur. Ölçülere göre yaklaşık olarak organik maddelerin ömürlerinin yarısı boyunca yılda 5568 karbon kaybettikleri anlaşılmıştır.

Bu temel üzerine hesaplar yapılmaktadır. Fakat 5568’in sonradan 5730 (yarı ömür) olduğu saptanmış, yine de eskiden vazgeçilmemiştir. Sakıncalı yanı tam doğru netice vermemesidir. Nedeni de atmosferin her zaman aynı miktarda karbon ihtiva etmemesidir.

Dendrokronoloji: Amerikalı A.E. Douglass tarafından bulunan, ağaç gövdelerinin enine kesitinde görülen yıllık halka tabakalarının incelenmesine dayanan tarihlendirme yöntemidir.

Ağaçlar her yıl gövdesinde yeni bir halka oluşturur. Bu halka bol yağışlı yıllarda kalın, az yağışlı yıllarda ince olur. Douglass eski evlerde kullanılan ağaçlardan özel bir teknikle kesit alarak, üzerlerindeki halkaları sayıp yaoıların tarihini saptamayı başarmıştır.

Termolüminesans Metodu: Taş, keramik, cam gibi kristal yapıya sahip maddelerin içindeki enerji birikimleri ısıtıldıkları zaman, bu enerji birikimleri ışık olarak çıkar.

İncelenecek madde önce ışınlarla bombardıman edilir, 100 santigraddan itibaren ısıtılır. Bunu takiben radyasyaon verilir. Elde edilen keolojik doz yıllık doza bölünerek maddenin yaşı tesbit edilir.

Obsidien aletlere uygulanan hidrasyon hızına göre yaş tayini, pişmiş toprakların mıknatıslanma derecesinin ölçülmesi, fosilleşmiş kemiklerin flüor bakımından incelenmesi, flora gelişmesinin incelenmesiyle bazı arkeolojik çevrelerin tarihlerini tesbit etmeye yarayan palinoloji ya da polen analizi de (polenlerin bulunduğu tabakadan iklim anlaşılır) yine arkeolojik tarihlendirmelerde yararlanılacak yöntemlerdir. Ayrıca mimaride de bazı özellikler kronolojik bir gelişim göstererek tarihlendirmede ipucu verirler.

AYASOFYA MÜZESİ DÖŞEME TAŞLARI VE HARÇLARININ XRD İLE ANALİZLERİ

Özet Dünyanın en ünlü ve eski eserlerinden biri olan Ayasofya Müzesi’nin inşaasında döşeme taşlarını tutturmada kullanılan bazı harç ve döşeme taşları X-ışını kırınım yöntemiyle incelendi. Ayrıca ince kesitleri alınarak mikroskopla petrografik tanımlamaları yapıldı. Harçların Bizans ve Osmanlı dönemine ait olup kireç, kum ve kil karışımından hazırlandığı anlaşıldı. Döşeme taşı ve mihrap kaplamada kullanılan iki değişik taş ve medrese kısmının altında kazı sonucu bulunan bir taşın da kimyasal bileşimi aynı yöntemle aydınlatıldı.

Giriş Bizans İmparatorluğu’nun en ünlü eserlerinden olan Ayasofya, esas binası 70.9
74.8 boyutlarındadır ve tuğladan yapılmıştır. Dha sonra birçok ortodoks mimarlar benzerini yapmak istemişlerse de başaramamışlardır. Bina ağırlığı 107 sütun tarafından taşınmaktadır. Bunların bir kısmı koyu vişne renginde Mısır porfirindendir. Diğerleri ise yeşil somaki mermerindendir ve Efes antik kentinden getirilmiştir.

Döşeme, Marmara Adası mermerleriyle kaplanmıştır. Duvarlar, kemerlerin başlangıcına kadar yeşil Thesselia; pembe damarlı Phriygia, açık yeşil damarlı Karytos, fildişi renkli Kappadokia mermerleriyle kaplanmış ve bunlar arasına koyu vişne renkli Mısır porfiri yerleştirilmiştir.

Bu çalışmada değişik yerlerden alınan harçlar ve kaplama taşlarının XRD ile analizleri yapılarak mineral bileşimleri ve petrografik tanımları yapıldı.

Materyal ve Metod Harç örnekleri, bulundukları yerden koparılarak alınmış, döşeme taşı örnekleri ise bulundukları yerdeki kırılmış parçalardan toplanmıştır. Örneklerin özellikleri ve devirleri aşağıdaki çizelgede verilmektedir.

Ayasofya Harç ve Taş Örneklerinin Özellikleri

Bulgular ve Tartışma Analizi yapılan dört harç örneğinin sonuçları aşağıda verilmektedir.

Harçların XRD Analiz Sonuçları

Günümüzde duvar harcı olarak kireç, kum ve çimento karışımı ve mermer kaplama harcı olarak çimento ve kum kullanılmaktadır. Ayasofya’da harç olarak kullanılan malzemenin ana bileşenleri de kireçtaşı (kalsit)’dir.

A2, A3 ve A4’ün Bizans dönemine ait olduğu bilinmektedir. A2 ile aynı bileşime sahip A1 harcının da muhtemelen Bizans dönemine ait olması veya Osmanlı döneminde de aynı ocağın kullanılmış olması sonucunu göstermektedir. A2 ve A3 harçları kireç taşına kum ilave edilerek hazırlanmış olabilir. Döşeme ve duvar kaplamasında kullanılan üç tür taşın XRD analizleri aşağıda verilmektedir. Genellikle bu amaçla mermer en yaygın kullanılan taştır.

Kaplama Amaçlı Kullanılan Taşların XRD Analiz Sonuçları

Mermerin ana bileşimi kalsiyum karbonattır. Her üç taş da mermer değildir. Döşemede kullanılan (A3) Korkuteli’ndebulunan bir tür sert parlak taştır. A6 no’lu örnek ise ahmeri atik veya porfido rosso antico isimli Mısır’ın Duham Dağı’nda ocakları bulunan kırmızı porfirdir ve volkanik bir kayadır. Kırmızı renk içeriği demir oksitten kaynaklanmaktadır. A7 no’lu örnek, kalsedon bileşimindedir. İnce kesit çalışması, paralel sönmeli lifler halinde izlenen mikrokristalen kuvars kristallerinden oluştuğunu göstermektedir.

Bu sonuçlar da göstermektedir ki, Ayasofya’nın inşaasında masraflardan kaçınılmamış ve Bizans topraklarının her tarafından süsleme amaçlı değişik taşlar kullanılmıştır. Sonuç olarak, XRD analizleri bize Ayasofya’nın inşasında kullanılan harç ve döşeme taşlarının yapısını aydınlatmada oldukça yararlı sonuçlar vermektedir. Bu analiz sonuçları, ince kesit incelemeleri ile oldukça uyum göstermiştir. Harç imalinde iki ayrı ocağın kirecinin kullanıldığını, kaplamada da mermerle birlikte ender bulunan değişik taşların da kullanıldığı anlaşılmaktadır. KURŞUN İZOTOP ANALİZLERİYLE BAZI BULUNTULARIN KAYNAKLARININ BELİRLENMESİ

Giriş Arkeolojik örneklerin üretiminde kullanılan hammaddelerin kaynak belirleme çalışmaları arkeolojik açıdan önemlidir ve elde edilen bilgiler eski kültürlerarası ilişkiler ve ticaret yollarını belirleme amacıyla kullanılmaktadır.

Arkeolojik açıdan Yukarı Fırat havzası Türkiya’nin önemli bölgelerinden biridir. Bu bölgede yerli ve yabancı arkeologlar kazı yapmışlardır ve değerli buluntular bölgedeki müzelerde sergilenmektedir. Yukarı Fırat havzasında Neolitik Çağ’dan beri değişik kültürler yaşamıştır. Ancak bu bölgede kullanılan hammeddelerin kaynağı hakkında bu güne kadar kayda değer bir yayın bulunmamaktadır.

Bronz buluntularının yapımunda kullanılan metal ve filizlerin kaynaklarının belirlenmesi için uygun bir bilimsel yöntem bulunmamaktadır. Eser elementlerden yararlanma değişik araştırıcılar tarafından denenmektedir. Diğer bir yöntem ise kurşun izotop oranlarından yararlanmadır. Bronz buluntular ve bunların üretiminde kullanılan bakır filizlerindeki kurşunun izotopik bileşimi fiziksel ve metalurjik işlemlerde değişmeden kaldığı varsayımlanmaktadır.

Öte yandan maden yatağının içerdiği elementlerin izotopik yapısı gözönüne alındığında yatağın her yanında aşağı yukarı aynı olmalı fakat yataktan yatağa değişmelidir. Ayrıca üretim sürecinde değişmeden kalabilmelidir.

Arkeolojik eserlerin kurşun izotop analizleri hangi bölgeye düşerse eserin kaynağı o bölge maden yatağına ait olduğu kesinlik kazanır.

Materyal ve Yöntem Bu çalışmada kullanılan arkeolojik buluntular ile filiz örnekleri Yukarı Fırat havzasında çeşitli yerlerden, bir kısmı doğrudan kazı sorumlusundan, bir kısmı da bakanlık izniyle müze müdürlüklerinden temin edildi. Arkeolojik buluntuların uygun kimyasal analiz yöntemleri ile ana ve eser elementleri belirlendi. Yaklaşık 50 mg.lık örneklerdeki kurşun önce iyon değiştirici reçineli kolonlarda ayrıldıktan ve anodik alaktroliz yöntemi ile yeterince saflaştırıldıktan sonra çeşitli kurşun izotop oranları termal iyonlaşmalı kütle spektrometresi ile analizlenerek hesaplandı.

Sonuçlar Eserler, Geç Kalkolitik-Urartu dönemlerini kapsamaktadır. Bu araştırmanın sonucunda buluntuların çoğunun Maden, Yapraklı, Amasya-Tokat, Siirt bakır maden yataklarına ait olduğu tesbit edilmiştir.



Türkiye Bakır Madeni Yatakları

BAZI FOSİL KEMİKLERİNİN KİMYASAL ANALİZİ VE DEĞERLENDİRİLMESİ

Arkeolojik kemikler toprak altında uzun süre kaldıkları için kimyasal değişmelere uğrarlar ve fosil kemik adını alırlar. Değişmeler çeşitli şekillerde olmaktadır. Kemiğin organik kısımları bozunur, aminoasitlerine ayrınarak çözünür, dolayısıyla azot içeriği zaman geçtikçe azalır. Kemik yapısındaki OH grupları yerine kısmen flor geçerek zamanla flor miktarı artar. Genelde yüksek flor içeriği kemiğin yaşlılığı hakkında bir işarettir.

Fosil kemikteki azot ve flor miktarının bulunması kemiğin yaşı hakkında bilgi verebilir. Ancak kimyasal değişme çevre koşullarına bağlı olduğundan ancak göreli bir yaş belirlenmesi mümkündür.

Fosilleşme süresindeki diğer bir değişme demir oksit ve kalsiyum karbonat gibi bazı maddelerin kemik yapısındaki toplanmasıdır.

Ayrıca kemik yapısındaki eser element miktarları da değişebilir. Ancak stronsiyum ve çinko gibi bazı eser elementler toprak altında önemli bir değişmeye uğramamaktadır.

Stronsiyumun yüksek oluşu gıda rejiminin bitkisel ,çinkonun yüksek oluşu ise hayvansal olduğunu gösterir. Böylece incelenen bireylerin etçil ve otçul olarak sınıflandırılmaları mümkün olmaktadır.
Arkometri
Arkeometri, arkeolojide çeşitli fen ve doğa bilim dallarının matematiksel ölçüm ve analiz yöntemlerinin uygulanması ve kullanılması olarak tanımlanabilir. Bu bilim alanında günümüzde yapılan arkeolojik araştırmaların kültür tarihi açısından, elden geldiğince eksiksiz olarak değerlendirilebilmeleri için, fen ve doğa bilimlerinin çeşitli dallarından birlikte yararlanılır. Aslında arkeometrinin başlangıcının 19.yy’ın başlarına kadar geriye gittiği söylenebilir. 1800’de ilk kez M.H. KLAPROTH (1743-1817) Berlin Bilim Akademisinde sikkeler, camlar ve Ortaçağ heykelleri üzerinde gerçekleştirdiği bazı kimyasal analizlerin sonuçları hakkında bir bildiri verir. (J.Riederer 1982) 19.yy’ın sonlarına doğru ve yüzyılımız başlarında gerek Avrupa’da Üst Paleolitik Devir mağara duvar resimlerinin bulunuşu, Önasya’da, Anadolu’da başlayan ve yoğunluk kazanan arkeolojik kazılarda ele geçen çeşitli buluntular, metal, keramik, cam, duvar resimlerinin boyaları gibi organik malzemeden yapılan araç ve gerecin kimyasal analizleri büyük ölçüde artmaya başlar. Troya kazıları, Ur Kral Mezarları’nın keşfi, Mısır’da özellikle Flinders Petrie’nin Negade kültürüne ait buluntuları, bu analizlerin daha yoğun bir biçimde yapılmasını sağlar. Böylece Kalaproth’un analizlerini, F. Rathgen, C.H Besch, J.R Partington, H.H Coghlan ve daha birçoklarının araştırmaları izler ve bunlar gitgide daha büyük bir ilgi ile karşılanır. 1878’de Baron De Geer İsveç’de göl ve bataklık tortul kültelerindeki yıllık ömürlü bitki kalıntılarını inceleyerek, bunların içinde bulunduğu balçık katmanlarının sayımına dayanan, “Varv analizleri” olarak adlandırılan bir mutlak tarihlendirme yöntemi geliştirir. Böylece günümüzden yaklaşık 9 bin yıl öncesine kadar giden mutlak bir yaş tayini yapma imkanı doğar. 1920’lerde Yugoslav matematikçi ve astronomlarından Milutin Milankovitz ise, güneş sistemindeki lekelerin dünyada iklim değişmelerine neden olduğu varsayımından hareket eder; bu değişimlerin matematiksel olarak hesaplanması Buzul Çağlarının 600.000 yıl kadar geriye tarihlendirilebileceğini ortaya koyar.

1901’de bulunan, fakat arkeoloji alanında 1929’da ilk olarak uygulanan bir diğer yöntem ise “dendrokronoloji”dir. Uzun ömürlü ağaçların yatay kesitlerindeki halkların oluşumları ve bunların sayılmaları ile, ağacın kesildiği zamandaki yaşının mutlak olarak bulunabileceği anlaşılır. Buzul Devirlerinde yaşamış olan hayvanların türlerinin tesbiti, hem iklimsel, hem de paleocoğrafya açısından, yaş tayinleri için kullanılmaya başlar. Gene 1916’da İsveç’li botanikçi Lonnar von Post’un ilk olarak geliştirdiği “polinoloji” (çiçek tozlarının analizleri) yöntemi, gerek Buzul Çağlarının gerekse Postpleistosendeki bitki örtüsü, iklim değişmeleri ve tarihlendirme için kullanılır. 2.Dünya Savaşına kadar arkeolojik buluntuların değerlendirilmesi için, gerek çeşitli kimyasal ve fiziksel yöntemlerle yapılan malzeme analizleri, gerekse mutlak tarihlendirmeler için daha birçok yöntemlerin geliştirildikleri görülür. Ancak arkeolojiye dönük bu araştırmaların “ARKEOMETRİ” adı altında yeni bir boyut kazanması ve bugünkü konumuna kavuşması 1950-60 yılları arasına rastlar. Libby (1955) ve arkadaşlarının, yaşamları sona ermiş organik maddelerin içinde bulunan radyoaktif karbon 14’ün ölçülmesi ile (C-14) arkeolojiye yeni bir mutlak tarihlendirme yöntemini armağan etmeleri bir anlamda gerçek arkeometrinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bilindiği gibi, eskisinden farklı olarak bugün artık arkeolojik araştırmalar geçmiş uygarlıkları, tarihsel gelişimleri içinde, mümkün olduğunca eksiksiz bir şekilde değerlendirebilmeyi, amaçlamaktadır. Bu yüzden eski bir kültürün hakkıyla anlaşılabilmesi, tanımlanabilmesi için, o kültürü meydan getiren insanların, o günkü doğal çevrelerinin, içinde yaşadıkları biyolojik ortamı oluşturan hayvan ve bitki topluluklarının (yani ekolojilerinin), insan, hayvan, bitki ilişkilerinin, ellerindeki kaynaklardan yararlanma biçim ve derecelerine bağlı olarak ekonomilerinin, teknolojilerinin, sosyal, politik, sanatsal düzeylerinin aydınlatılması gerekmektedir. Gene aynı bağlam içinde, o kültürleri oluşturan insan topluluklarının içinde yaşadıkları devrin mutlak tarihlendirilmelerinin yapılmasına, gerek çağdaşları olan, diğer kültürleri, ya da uygarlıkları meydana getiren topluluklarla, gerekse doğal ve biyolojik çevreleri ile olan ilişki ve karşılıklı etkileşimlerinin tümüyle açıklığa kavuşturulmasına çalışılmaktadır.

ARKEOMETRİNİN UYGULAMA ALANLARI VE YÖNTEMLERİ

A. Arkeolojik toprak altı ve üstü kalıntıların, ören yerlerinin saptanmasında: 1. Optik yöntemler (Prospection-Önceden görme-yöntemleri) Hava fotoğrafı arkeolojisi Fotogrametri 2. Jeofiziksel / fiziksel yöntemler Rezistivite Elektrik sondası vb yöntemlerden yararlanılmaktadır. B. Arkeolojide çeşitli kalıntıların yaş tayinleri ile mutlak tarihlendirmelerde. 1. Radyoaktif yöntemler a. Radyoaktif parçalanmadan kaynaklananlar. C-14 (radyokarbon) K40 – Ar40 (potasyum-Argon) U-238 (Uranium 238) U-235 (Uranium 235) Th-232 (Thorium 232) Fizyon izleri sayımı v.b gibi b. radyasyon etkisiyle enerji birikiminden kaynaklananlar. TL (Termoluminesans) ESR (Elektron Spin Rezonans) 2. Radyoaktif olmayan yöntemler Jeofiziksel / manyetik alan değişimlerine dayananlar: paleo/arkeomanyetizma Rasemizasyon (kemiklerde amino-asid değişimi) Uranium / Florin (U ve F miktarının ölçümüne dayananlar) Obsidiyen Hidrasyonu (hidrasyon tabakasının ölçümü) Cam yüzeyi tabakaları (cam yüzeyin değişiminden oluşan tabakaların ölçümü) Varv analizi (balçık tabakaları sayımı / ritmik doğa olaylarından kaynaklananlar) Dendrokronoloji (ağaç halkaları sayımı / ritmik doğa olaylarına bağladı; C-14 için denetleyici ve düzeltici tarihlendirme yöntemi) Polinoloji (pollen analizi, pollen spektrumlarının belirleyici özelliği) Hayvan kemiği analizleri (hayvan kronolojisi) gibi yöntemler çoğunlukla uygulanmaktadır. C. Arkeolojik kalıntılarda ham maddelerin saptanması / Kaynak analizleri. Hammaddelerin tesbiti ile teknolojik düzey, ticaret, kültürel ilişkilerin aydınlatılmasında yararlanıldığı gibi, dolaylı olarak da doğal çevre ve iklim hakkında da bazen bilgiler edinilebilir. Bu amaçlar için genellikle taş, mermer, obsidiyen, kil çanak çömlek, toprak, metal, curuf vs örneklerin analizleri yapılır. Bugün çoğunlukta ıslak kimyasal yöntemler yerlerini daha çok aşağıdaki yöntemlere bırakmışlardır: 1. Radyoaktif yöntemler TL (termoluminesans) Neutron aktivasyonu Atomik soğurma spektrometresi 2. Diğer fiziksel yöntemler Optik mikroskobi Optik Emisyon spektrometresi (spektral analiz) X-ışını-floresansı Elektron prob mikroanalizi X-ışını saçınımı Kızılötesi soğurma vb gibi. Kaynak analizlerinde bu ve benzeri yöntemler, çoğu kez birarada da kullanılır. TL analizlerinde optik mikroskobiden yararlanıldığı gibi. D. Doğal çevre ve biyolojik ortamın, ekolojinin aydınlatılması, besin ekonomisi, eski toprak kullanım alanlarının belirlenmesinde, nüfus saptamalarında: Palco/arkeo-antropoloji Paleo/arkeo-botani Polinoloji Paleo/arkeo-zooloji Jeomorfolojik ve Jeokronolojik çeşitli yöntemler Toprak analizleri v.s den yararlanılmaktadır.



E. Müzeoloji ve arkeolojik kalıntıların restorasyon ve konservasyonlarının yapılmasında Çeşitli kimyasal analizler Çeşitli fiziksel analizler uygulanmaktadır. F. Arkeolojik kalıntıların tipolojik (tipsel) sınıflandırılmalarında, teknolojik düzeyin belirlenmesinde: Matematiksel kümeleme ve serileme teknikleri Bilgisayar arkeoloji ve İstatistik yöntemler giderek artan bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Ancak çeşitli gruplara giren yöntemlerin aynı alanların dışında, değişik amaçlar için de kullanıldıkları unutulmamalıdır. Örnek olarak polen analizi (polinoloji) pollenkronolojisi için olduğu kadar, doğal çevre, bitki örtüsü, iklim koşulları için de önemli bir gösterge sayılmaktadır. Görüldüğü gibi, kültür tarihinin her yönüyle araştırılmasında yardımcı olmak üzere uygulanan bu yeni arkeometrik yöntemlerin arkeolojiye kazandırdığı büyük katkıların yanında yeni bazı sorunlar da ortaya çıkmaktadır. Buna bir anlamda yeni bazı yükümlülükler de denilebilir. 1950’yi başlangıç olarak kabul edersek, bugün daha 35 yıllık bir geçmişi olan bu, fen ve doğa bilimlerinin çeşitli yeni yöntemler topluluklarından oluşan bilim alanının, yani arkeometrinin tek tek her yönteminin kendine özgü bir dili ve değerlendirilme biçimi vardır. Bu arkeometrik yöntemlerle araştırma yapanlar, bugün, zaman zaman arkeometrist olarak adlandırılmaktadır. Arkeometristlerin araştırmalarını onlarla birlikte asıl yorumlayacak ve sonuçlara ulaştıracak olan kimse ise arkeolog dur. Bu bakımdan arkeologların bu yeni yöntemlerin dilinden anlayabilmeleri ve onlardan edinecekleri bilgileri doğru yorumlara kavuşturabilmeleri için arkeometrik yönden eğitilmeleri gerekir. Bu tarzda eğitim yapan kurumlara, bugün çeşitli ülkelerin üniversitelerinde rastlanmaktadır. Ülkemizde de böyle bir eğitim programına yer verilmesi artık zorunlu gibi gözükmektedir. Bu da herhalde Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümleri olan ünivcersitelerimizde, Yüksek lisans düzeyinde eğitim yapabilecek, fen ve doğa bilimcilerle birlikte arkeologların da yer alacağı “ARKEOMETRİ Enstitüleri” nin kurulması ile gerçekleşebilecektir.

UZAKTAN ALGILAMA

Uzaktan algılama daha çok cisimler tarafından yansıtılan, dağıtılan ve yayılan elektromanyetik enerjinin ölçülmesiyle ilgilidir. Fotoğraf makineleri kısa dalga ölçü aletleri, spektradyometreler, çok bantlı tarayıcılar ve insan gözü, uzaktan algılayıcı sistemlere birer örnektir. Elektromanyetik enerji, ışık, ısı ve radyo dalgaları olarak düşünülebilir. Enerji kaynağı, genellikle güneştir. Uzaktan algılamada cisimlerden olan yansıma farklılıklarının saptanması yeryüzü şekillerinin havadan ve uzaydan alınan görüntülerle tanınmasını sağlar. Elektromanyetik tayf, dalga boylarına göre farklı şekillerde sınıflandırılmıştır, bu aralıklar bant olarak tanımlanır. İnsan gözü, elektromanyetik tayfın 0.4-0.7 m aralığına rastlayan bölümü algılayabilir. Elektromanyetik tayfın diğer kısımları sadece farklı aletlerin yardımıyla algılanabilmektedir. Çözünürlük, uydu görüntüsünün ayırım gücünü belirler. Landsat TM görüntüsünün çözünürlüğü 30 m/piksel, Landsat MSS görüntüsünün çözünürlüğü 80 m/pikseldir. Fransız SPOT uydusu XS görüntüsü ile 20 m/piksel ve Pankromatik görüntüsü ile 10 m/piksel çözünürlüğe sahiptir. Bu sayısal görüntüler, farklı yorumlama yöntemleri sunan bilgisayar sistemleri ile işlenirler. Araştırılan konu ile ilgili referans bilgilerin ne zaman ve nerede yardımcı olabileceği belirlenerek, verinin analizine başlanır. Referans veriler ve uzaktan algılama ile elde edilen sayısal görüntüler, bilgisayar sistemi içinde birleştirilerek, sonuç bilgileri üretilir.

ARKEOLOJİK YÜZEY ARAŞTIRMASI

Arazi çalışması sırasında höyük tümülüs yerleşme bölgeleri ve antik yol kalıntıları arkeologlarca arazi üzerinde tespit edilmiştir. Arkeolojik elemanların kesin coğrafi koordinatları küresel yer belirleme (GS) adı verilen uydularla iletişim kurarak en boylam ve yükseklik ölçümleri yapan taşınabilir bir aygıt kullanılarak saptanmıştır.

ARKEOLOJİDE TARİHLENDİRME YÖNTEMLERİ

Arkeolojide kullanılan tarihlendirme yöntemlerini kabaca iki bölümde incelemek mümkündür. Bunlardan birincisi; radyoaktif yöntemler, ikincisi ise, radyoaktif olmayan fakat başka periyodik veya sürekli değişimlere dayanan yöntemlerdir. Radyoaktif yöntemleri de yine kendi içinde iki ayrı bölümde incelemek mümkündür. Bunlardan birincisi radyoaktif maddelerin miktarının zamanla azalmasına dayanan yöntemlerdir ki, bunlara örnek olarak Karbon 14, Potasyum Argon yöntemlerini gösterebiliriz. İkincisi ise, radyoaktiviteden dolayı çıkan enerjinin madde içinde biriktirilmesi olayına dayanır. Bu tür tarihlendirmeye örnek olarak da termoluminesans ve elektron spin rezonans yöntemlerini gösterebiliriz. Radyoaktif olmayan yöntemlere gelince; bunlar da bir şekilde sürekli veya ritmik değişimlere dayanır. Örneğin, yerin manyetik alanının yön ve şiddetinin değişimi, yahut sürekli kimyasal değişimler gibi. Radyoaktif tarihlendirme yöntemlerinin tümü radyoaktifliğin tabiatından dolayı mutlak tarihlendirme yöntemidir. Oysa radyoaktif olmayan sürekli ve periyodik değişimlerin çoğu doğal çevre şartlarına bağlı olmalarından dolayı, genellikle bağıl tarihlendirme yöntemi olarak kullanılırlar. Mutlak tarihlendirme yöntemi olarak kullanılabilmeleri için gereken şartlar için kalibrasyon eğrilerinin elde edilmiş olması gerekmektedir.

RADYOAKTİF YÖNTEMLER

Radyoaktif elementler kararsız olup, parçalanarak kimyasal olarak farklı özellikte elementlere dönüşürler. Bu oluşum sırasında alfa, beta veya gama gibi adlar verilen enerji taşıyan parçacık veya ışınım salarlar. Örneğin, potasyumun radyoaktif olan izotopu (40K) parçalanarak Argon (40Ar) dönüşür. Bu dönüşüm sırasında beta parçacığı salınır, Belli bir elementin radyoaktif parçalanma hızı, hiç bir şekilde çevre koşullarına bağlı değildir. Dünyanın her yerinde her türlü aşırı çevre şartlarında hep aynı hızla parçalanır. Bu nedenle mutlak tarihlendirme için ideal bir olaydır. Radyoaktif parçalanma olayı belli bir element için yarılanma süresi ile tarif edilir. Yarılanma süresi, radyoaktif elementin başlangıçtaki miktarının yarıya düşmesi için geçen zamandır. Böylece yarılanma süresi ve radyoaktif parçalanma olayının başladığı andaki radyoaktif madde miktarı biliniyorsa, parçalanmanın başlamasından ölçüm zamanına kadar geçen süre saptanabilir. Doğada bilindiğinden pek çok daha fazla radyoaktif element vardır. Ancak günümüzün teknoloji ile arkeolojide kullanılabilecek elementler sınırlıdır ve bunlar Tablo II’de verilmiştir. Radyoaktif yöntemlerle tarihlendirebilme süresi, izotopun yarılanma süresine bağlıdır. Örneğin, radyo karbonla tarihlendirilebilecek en eski örnek, yarılanma süresinin 10 katı kadar olan 50.000 yıl kadardır. Son yıllarda yapılan tarihlendirmeler sonunda geçmiş zamanlarda yaşayan organizmanın ihtiva ettiği karbon miktarında değişimler gözlenmiş, bu nedenle de ölçülen yaşların gerçek yaşlardan farklı olduğu bulunmuştur. Yaşı kesin bilinen ağaç halkalarının ölçümü ile bu tür değişimler düzeltilebilmektedir. Radyo karbon ile tarihlendirme için en uygun örnek türü odun, odun kömürü ise de tahıl, kumaş, çeşitli hayvan kabukları ve kemik gibi tüm karbon ihtiva eden örnekler bu yöntemle tarihlendirilebilir.

RADYOKARBON YÖNTEMİ VE ORANTILI KARBONDİOKSİT GAZ SAYIMI İLE TARİHLENDİRME Radyokarbon yönteminin temelleri Libby tarafından yaklaşık otuz dokuz yıl önce atılmıştır. (Libby 1946) Yöntemin bulunmasından bu yana çok sayıda laboratuvar binlerce örneği tarihlemiş, teori ve uygulamadaki değişikliklere karşılık temel yöntem uzun yıllar aynı kalmıştır. Radyokarbon veya öteki adıyla karbon-14 14C, 5730 yıllık yarı ömrüyle doğada var olan uzun ömürlü en yaygın radyoizotoptur. Radyokarbon atmosferin üst tabakalarında azot 14N, atomlarının kozmik ışınlarının yarattığı nötronlarla etkileşmesi sonucu oluşmaktadır. Bu etkileşmeyi 14N (n,p)14C veya 14N + n  14C + p şeklinde yazabiliriz. Buradan n nötronu, p protonu belirtmektedir. Görüldüğü gibi atmosfere girmeye çalışan kozmik ışınlar yarattıkları nötronlar aracılığı ile radyokarbonun yerkürede var olmasına neden olmaktadır. Böylece oluşan radyokarbon kısa sürede oksijen ile birleşip karbondioksit, CO2, gazına dönüşür ve tüm atmosfere dağılır. Buradan da bitki ve hayvanlardan oluşan canlılar evrenine, okyanuslara geçerek öteki karbon izotopları 12C ve 13C ile birlikte tüm organik maddelerin yapısında varolmaya başlar. Her yıl yaklaşık 75 kg radyokarbon oluştuğu hesaplanmaktadır. Radyokarbon 5730 yıl yarı ömürlü bir radyoizotoptur demiştik. Yani şu anda elimizde 1 kg radyokarbon olsa 5730 yıl sonra elimizde 0.5 kg radyokarbon kalır. Çünkü radyokarbon atomları çekirdeklerinden beta parçacıkları  fırlatarak bozunmakta ve tekrar azot, 14N, atomlarına dönüşmektedir. Bu radyoaktif bozunmayı 14C14N+ şeklinde yazabiliriz. İşte bu bozunma sonucu tüm organik maddeler belirli Bir radyokarbon aktivitesine sahip olur. Bu aktivite canlı çevresi ile karbon alışverişinde bulunduğu sürece, yani yaşadığı sürece sabittir ve 1 gram karbon için yaklaşık 14 bozunma/dakika kadardır. Bu özgül aktifliğin sabit olması her yıl yerkürede 7.5 kg radyokarbon oluşurken 7.5 kg radyokarbonun da bozunup azota dönüştüğünü, yani bir dengenin kurulmuş olduğunu belirtir. Bu denge durumu bütün canlılar için geçerlidir ve alınan radyokarbon kadarı bozunduğundan özgül aktiflik sabittir. Ne zaman ki canlı ölür ve çevresi ile karbon alışverişi kesilirse, sağlığında sahip olduğu özgül aktiflik 5730 yılda yarılanacak şekilde azalmaya başlar. Yani bir canlı 5730 yıl önce ölmüşse kalıntısının özgül aktifliği 7 bozunma/dakika, 11460 yıl (2x5730 yıl) önce ölmüşse kalıntısının özgül aktifliği 3.5 bozunma/dakika olacaktır. Görüldüğü gibi tarihleme demek aslında kalıntıdaki halen var olan radyokarbon özgül aktifliğinin bulunması demektir. Yalnız bunun için bazı varsayımlar yapmamız gerekir. Bunlardan birincisine göre yaşayan canlıların geçmişten günümüze özgül aktiflikleri daima yaklaşık 14 bozunma/dakikadır. İkinci varsayımımıza göre ise tüm canlılar yaşadıkları sürece aynı özgül aktifliğe sahiptir. Üçüncü varsayımımız canlı öldükten sonra çevresi ile karbon alışverişinin olmadığıdır. Bu temel varsayımlarla başlanılan radyokarbon yöntemi daha sonraları varsayımların doğru olmadığının anlaşılması üzerine değişikliklere uğramış, fakat elde edilen tarihlerin günümüzden yaklaşık 10000 yıl öncesine kadar düzeltilebilmesi sağlanmıştır. Çünkü geçmişte özgül aktifliğin önemli artmalar ve azalmalar gösterdiği bazı organik maddelerin izotop ayrışması denilen olay sonucu 14C bakımından 12C ve 13C atomlarına göre zenginleştiği veya fakirleştiği, toprak altında bazı örnek türlerinin çevreleriyle karbon alışverişini sürdürdükleri bulunmuştur. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi bütün bu sapmaları bilmek ve hesaplanan tarihte düzeltme yapmak ve örneğin öldüğü tarihi saptamak mümkündür ve yapılmaktadır. Tarihleme için özgül aktiflik ölçümleri kullanılabileceği gibi, bir örnekte halen var olan 14C/12C oranını da kullanmak mümkündür. Çünkü bu oran yaşayan canlılarda yaklaşık 1/1012 değerindedir. Yani bir örnekte her 1012 12C atomuna karşılık yalnız 1 tane 14C atomu vardır. Benzer 14C/13C oranı ise yaklaşık 1/1010 dur. Görüldüğü gibi doğada radyokarbon öteki karbon izotoplarına göre çok çok azdır. Buna karşılık uygulamada gerek radyoaktif sayım yöntemleri gerekse son yıllarda geliştirilen hızlandırıcılı kütle spektrometreleri (Gove ve ark.1980, Hall 1980, Hedges 1981, Gillespie ve ark.1984, Wölfli 1984, Özbakan 1985) bir örnekteki için özgül aktiflik ve 14C/12C oranlarının örneklerin öldükleri zamandan günümüze nasıl değiştiklerini kabaca görelim.

Orantılı Karbondioksit Gaz Sayımı Tarihlenmesi istenen bir örnekte halen var olan özgül radyokarbon aktivitesinin ölçülmesi için radyoaktivite sayımı yönteminin kullanıldığından söz etmiştik. Bu yöntemler uygulamada farklılıklar göstermekle birlikte, hepsinden kazı yerinden bulunup getirilen örnekler önce fiziksel ve kimyasal işlemlerle, örnek ile birlikte var olabilecek başka organik maddelerden temizlenir. Daha sonra örnek oksijen ile yakılarak karbondioksit, CO2 gazı elde edilir. İşte bu işlem basamağından sonra uygulamalar değişmeye başlar. Bazı sistemlerde elde edilen CO2 daha sonra asetilen, C2H2 gazına dönüştürülür ve sayım gazı olarak sayaçlara doldurulur, bazı sistemlerde elde edilen CO2 benzene, C6 H6, dönüştürülüp sıvı sintilasyon yöntemi ile aktivite sayımı yapılır. Bazı sistemlerde ise elde edilen CO2 gazı iyice saflaştırıldıktan sonra orantılı gaz sayacına doldurulup sayım gazı olarak kullanılır. ODTÜ Fizik Bölümü Radyokarbon Araştırma Laboratuvarı’nda kullanılan bu sonuncu yöntemdir. Kazı yerlerinden usulüne uygun toplanan örnekler laboratuvarda ön işlemden geçirildikten sonra oksijen ile quartz tüp içinde kontrollu olarak yakılır ve CO2 elde edilir. Saflaştırılan CO2 daha sonra yaklaşık üç haftalık beklemeye alınıp CO2 ile birlikte var olabilecek ve yarı ömrü yaklaşık 4 gün olan radyoaktif radonun yok olması sağlanır. Daha sonra örnek tekrar saflaştırılıp orantılı gaz sayacına belirli bir basınçta doldurulur ve sayacın plato eğrisi çizilip sayım voltajı hesaplandıktan sonra sayım işlemine geçilir. Sayım belirli aralıklarla tekrarlanarak yaklaşık 48 saat sürdürülür. Aynı işlemler günümüz özgül aktifliğinin, yani örneklerin yaşadıkları sürece sahip oldukları aktifliğin, bulunması amacıyla kullanılan NBS Oksalik Asit örneği ve sayım sisteminin tabansayımı için kullanılan antrasit örneği içinde uygulanır.

ELEKTRON SPIN REZONANS (ESR) TARİHLENDİRME YÖNTEMİ

Arkeolojide kullanılan tarihlendirme yöntemlerini radyoaktif olan ve radyoaktif olmayan diye kabaca iki bölüme ayırmak mümkündür. Radyoaktif olan yöntemler yine kendi içinde iki ayrı bölümde incelenir. Bunlardan birincisi radyoaktif maddelerin miktarının zamanla azalmasına dayanan, Karbon-14 ve Potasyum/Argon gibi yöntemlerdir. İkincisi ise, radyoaktiviteden dolayı çıkan enerjinin madde içinde biriktirilmesi olayına dayanır ki elektron spin rezonans bu tür tarihlendirme yöntemlerine bir örnektir. Uzun zamandır yaş tayininde kullanılagelen bu gruptaki termolüminesans (TL) yöntemiyle aynı prensibi paylaşmasına karşın ESR yönteminin TL yöntemine göre bazı üstünlükleri vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1. Ölçüm sırasında ESR merkezleri bozulmadığı için ölçü istenilen sayıda aynı örnekle tekrarlanabilir. 2. ESR yüzeysel olaylara karşı daha az duyarlı olduğu için kullanılan maddenin taneciklerinin belirli bir büyüklükte olma şartı yoktur. 3. Örnek hazırlama ve oda sıcaklığında ölçü alma işlemleri çok daha kolaydır. 4. Tekstil vs gibi organik maddelerin incelenmesinde de bu yöntem başarı ile kullanılmaktadır.

ESR Yöntemi : Radyoaktif elementler kararsız olup parçalanarak kimyasal olarak farklı özellikte elementlere dönüşürler. Bu oluşum sırasında farklı adlarda (alfa, beta, gama) enerji taşıyan parçacık veya ışınım salarlar. Böyle radyoaktif elementler birçok kayaç ve minarellerin kristal yapısında eser miktarda bulunur ve saldıkları enerji taşıyan parçacıklar yapıdaki elektronları bağlı bulundukları yerlerden koparırlar. Normalde elektronlar bağlı oldukları çekirdek etrafında dolanırken kendi eksenleri etrafında da dönerler (spin hareketi) ve zıt yönde spio hareketi yapan elektron çiftleri şeklinde bulunurlar. Bunlardan birinin yerinden koparılması halinde geride tek elektron kalır. Buna çiftleşmemiş elektron da diyebiliriz. Böyle bir elektronun spin hareketi bu elektrona manyetik bir özellik kazandırır ve bu elektron bir mıknatıscık olarak düşünülebilir. Bu özelliğe sahip maddelere paramanyetik maddeler denir. Bir manyetik alana konmadığı takdirde madde içindeki bu mıknatıscıklar gelişi güzel yönlerde dağılmışlardır ve hepsi aynı enerjiye sahiptirler. Madde manyetik alana konduğunda bu mıknatıscıklar ya manyetik alan yönünde ya da buna zıt yönde yönlenirler. Manyetik alan H ise, H nın zıt yönünde yönlenenlerin enerjileri M kadar artacak, H nın aynı yönünde yönlenenlerin enerjileri ise aynı miktar (H) azalacaktır. Burada  elektronun manyetik momenti olup  = : spin kuvantum sayısı, : Bohr magneton ve g: elektronun çekirdek etrafında dolanmasının ve spin hareketinin mıknatıs özelliğine katkı derecesini gösteren faktör. Böylece elektronlar manyetik alanla aynı yönde yönlenenler veya zıt yönde yönlenenler olarak iki gruba ayrılırlar. İki grubun enerjileri farklı değerdedir ve aralarında gH kadar enerji farkı vardır. Enerjisi bu enerji farkına eşit olan bir elektromanyetik dalga maddeye gönderilirse düşük enerjiye sahip olan elektronlar bu enerjiyi alıp yüksek enerjili elektron grubuna dönüşürler. Diğer bir deyişle, H manyetik alanı yönünde yönlenmiş elektron mıknatısları elektromanyetik enerjiyi alınca H manyetik alanının zıt yönünde yönlenirler.

TERMOLÜMİNESANS YÖNTEMİ İLE ARKEOLOJİK YAŞ TAYİNİ

Keramik, pişmiş tuğla, yanmış çakmaktaşı ve obsidyen, volkanik, kül, meteor, curuf, sarkıt ve dikit gibi kalsit oluşumları ve benzeri inorganik obje ve malzemelerin içerisinde şifreli saat gibi çalışan fiziksel mekanizmalar vardır. Bu şifreli saat bir arkeolojik zaman-ölçer aygıtı gibi çalışır; hem sıfırlama özelliği vardır hem de otomatiktir. Temel problem, saatin şifresini çözerek gerçek zamanı, yani arkeolojik yaşı bulmaktır. Saati inceleyip şifresini çözen fiziksel yöntemlerden biri de termolüminesans (TL) yöntemidir. Burada amacımız TL yöntemini ve bu yöntemin arkeolojideki uygulamalarını kısaca anlatmak; bir başka deyişle saatin çalışma prensiplerini ve şifresinin çözüm tekniğini genel çizgileriyle sunmaktır. Yalnız yöntemi anlatmaya başlamadan önce TL olayının ne olduğunu, böyle bir amaç için nasıl kullanılabildiğini kısaca görelim.

Termolüminesans : Bazı maddeler ısıtıldıkları zaman ışıma yaparlar. Bu fiziksel olaya ısıtma ile ışıma anlamına gelen termolüminesans (TL) denir. Hemen belirtelim ki, TL olayı başka bir olayın sonucunda oluşmaktadır. Maddelerin içlerinde ve çevrelerinde eser miktarda uranyum (U) toryum (Th) ve potasyum (K) gibi radyoaktif elementler vardır. Bunlardan çıkan radyasyonlar alfa () ve beta () parçacıkları ile gama () ışınları maddenin atomları ile etkileşerek enerjilerini yitirirler. Bu enerjinin bir kıssmı madde içinde birikir ve maddenin 300 0C – 500 0C ye kadar ısıtılma durumunda ışık olarak çıkar. Çıkan ışık miktarı maddenin biriktirdiği radyasyon enerjisi miktarına bağlıdır. Ne kadar çok enerji birikirse o kadar çok ışık çıkar. Hiç enerji birikmemiş ise, veya biriken enerji herhangi bir nedenle, örneğin ısınma ile, boşalmış ise, doğal olarak hiç ışık görünmeyecek yani hiç TL olmayacaktır. Demek oluyor ki TL, maddenin etkileştiği toplam radyasyon miktarı (dozu) sonucunda biriken enerjinin ve bu enerjinin birikmesi için geçen sürenin dolaylı bir ölçüsüdür. Yöntemin temel problemi de bu sürenin bulunmasıdır. Maddede enerji birikimi şu şekilde olmaktadır: maddenin atomları ile etkileşen radyasyonlar atomları bağlı elektronların bazılarını koparır ve enerji kazandırırlar. Bu elektronların bir kısmı kazandığı enerjiyi anında geri vererek eski yerlerine veya benzer yerlere geri dönerler. Bir kısmı ise maddenin kristal yapısınd çeşitli nedenlerle oluşan ve tuzak denilen yerlere bağlanırlar ve böylece eski yerlerine dönen elektronların tersine radyasyondan aldıkları enerjiyi geri vermeyip bu tuzaklarda biriktirmiş olurlar. Biriken enerjinin saklanabilme süresi, yani elektronların tuzaklarda kalma süreleri çevre şartlarına ve tuzak özelliklerine bağlıdır. Birkaç dakikadan bir milyon yıla kadar elektronları tutabilen tuzaklar vardır. Doğal olarak bizi ilgilendiren uzun ömürlü tuzaklardır. Çünkü, ancak bu tuzaklar baştan itibaren yakaladıkları tüm elektronları korurlar ve böylece radyasyonla sağlanan enerji tam olarak birikmiş olur. İleriki satırlarda da belirttiğimiz gibi, bu tarihleme için sağlanması gereken koşullardan biridir

AMİNO ASİT RESAMİZASYONU

Amino asit resamizasyonu, C14 gibi fosil kemiklere doğrudan uygulanan bir tarihleme metodudur, ve paleoantropojide hominidlerin erken evrim aşamalarında kullanılabilmektedir. Bu tarihleme metodunun prensibi; optik etkinliği olan maddelerin, optik etkinliği olmayan maddelere dönüşmesidir ve teknik olarak resamizasyon süreci optik-akif maddenin, inaktif madde haline dönüşmesine bağımlıdır. Tüm yaşayan canlıların proteinlerinde (L) amino asitleri vardır ve ölümünden uzun bir süre sonra tüm (L) amino asitler (glycine hariç) resamizasyon denilen değişime uğrarlar ve proteinsiz (D) amino asit haline dönüşürler. (L) ile (D) arasında oran zamanla artar. İşte fosil kemiklerde bu artışın hesaplanması bize yıl olarak bir kronolojik ölçü verebilmektedir. Bu metodla yaklaşık 100.000 yıl eskiye yaşlandırma yapmak mümkün olmakla birlikte; fosil kemiklerdeki amino asitler, ısı, iklim değişmeleri, toprağın PH oranı gibi faktörlerden etkilendiği için araştırıcılar tarafından, ihtiyatla kullanılması gerektiği önerilmektedir.

FLUORIN, NİTROJEN VE URANYUM TARİHLEMESİ

Fluorin, nitrojen ve uranyum tarihlemesi, özellikle tarih edilmiş kazı yerlerinde ele geçen fosil kemiklerde uygulanmaktadır. Bir kemiğin relativ yaşı, aynı kazı alanından ya da aynı lokalitede bulunmuş başka bir kemiğin karşılaştırılabilir koşullarda saklanmış olmaları şartıyla kimyasal yapılarının kıyaslanması ile saptanabilir. Toprakta gömülü olan kemiklerin yapısındaki kimyasal değişim farklı hızlarda olmaktadır. Kemiğin organik maddesinde yağ hızla yok olurken protein çok yavaş bir tempoda ortadan kalkar. Bunun miktarını ölçmek, relativ bir yaş elde etmek demektir.

Fluorin tarihlemesinde yeraltı sularının fosil kemikleri etkilemesinin ölçümü yapılmaktadır. Yeraltı sularında bulunan fluorin, kemikteki kalsiyum ile birleşerek fluoropatite oluşturur. Bu maddenin, değişik kemiklerde ölçülmesi, hemzaman olup olmadıklarını göstermektedir; çünkü hem zaman olan kemiklerin kabaca aynı miktarda fluorapatite içermesi beklenir. Paleoantropoloji araştırmalarında, bilinen en iyi fluorin tarihlemesi, İngiltere’de Swanscombe teraslarında bulunmuş olan, Pildown ve Galley Hill fosillerine uygulanan metodtur; ve yaş post-pleistosen olarak verilmiştir. Nitrojen taihlemesi C14 tarihlemesi yapmak için fosil kemikte yeterli miktarda protein (collogen) eksilmesinin olup olmadığının saptanabilmesi açısından başvurulan bir yöntemdir. Galley Hill ve Piltdown fosilleri C14 tarihlemesinden önce, nitrojen ve fluorin testlerinden geçirilmiştir. Nitrojen tarihlemesi, sonuçlar açısından fluorin testleri ile birlikte yapılır; çünkü kemikte az fluorin birikmişse, çok nitrojen bulunacaktır ya da bunun tersi söz konusudur. Uranyum tarihlemesi ise, gömülü kemiklerde absorbe edilmiş olan uranyumun ölçülmesi esasına dayalıdır. Uranyum radyoaktif olduğu için ölçülebilir; şöyle ki, kemik deposite ne kadar uzun zaman gömülü kalmış ise, o kadar çok uranyum absorbe edecektir. Bilindiği gibi radyoaktivite bir yerden ötekine değişir ama, artan kronolojik yaş ile, uranyum miktarının da çoğaldığı saptanmıştır. Uranyum tarihlemesi, fosil kemiklerin, içinde bulunduğu depositten (depositin yaşından) daha yeni, ya da eski olduğunun bilinmesi açısından bizlere yardımcı olmaktadır. Bu test uygulanırken, kemik parçalanmadan kullanıldığı için, öteki testlerden daha avantajlıdır. Her üç tarihleme metodunun (fluorin, nitrojen, uranyum) en önemli eksiği, çapraz-tarihlemeye imkan vermemesidir. Öte yandan, birçok değişkenin ortamda mevcut olması nedeniyle, bir fosil örneğin jeolojik yaşının kabaca saptanmasından başka bir sonuç alınmamaktadır.

NÖTRON AKTİVASYON ANALİZİ YÖNTEMİ

Elementlerin büyük bir kısmı reaktöre konup nötronlarla ışınlandıklarında radyoaktif hale dönüşürler. Bu dönüşme elementin çekirdiğinin bir nötron yakalamasıyla olur. Her elementin meydana gelen radyoaktif izotopu belli bir enerjide (bazen bir kaç enerjide) gama ışını yayınlayarak parçalanmaya uğrar. Gama ışını spektrometresi dediğimiz bir ölçü sistemi ile her bir gama enerjisinin şiddeti ölçülür. Bu tür çalışmalarda bir de bileşimi tam olarak bilinen bir standartın örneğe gerek vardır. Keramik analiznde standart olarak bileşimi bilinen kil örnekler kullanılır. Analiz yapılacak örneklerden ve standarttan hassas olarak tartışılmış miktarlar (100-200 mg) kuvars tüplere konarak reaktörde aynı şartlarda ışınlaşır. Daha sonra bütün örneklerin gama ışınları ölçülür. Yapılacak basit bir karşılaştırma sonunda örnekteki element miktarları hesaplanır. Radyoaktif izotoplar yayınladıkları ışınların yanısıra yarı ömür dediğimiz bir özellikle de tanımlanırlar. Yarı ömür bir radyoaktif izotopun miktarının yarıya inmesi için geçen süredir. Bu süre değişik radyoaktif izotoplar için saniye, gün, ay veya yıl mertebesinde olabilmektedir. Reaktördeki ışınlamanın bitiminden gama enerjisinin ölçümüne kadar geçen zamana bağlı olarak çok kısa yarı ömürlü bazı izotopların tayin edilmesi mümkün olamamaktadır. Bizim çalışma şartlarımızda tayin edebildiğimiz elementler, rubidium (Rb) sezıum (Cs), baryum (Ba), uranium (U), toryum (Th), lantanyum (La), lutetium (Lu), skandium (Sc) hafnium (Hf), europium (Eu), serium (Ce), tantal (Ta), krom (Cr) ve demir (Fe)’dir. Bu elementlerden her zaman hepsi keramiklerin gruplandırılmasında kullanılamamaktadır. Rb, Ba ve Cr gibi bazılarının miktarı aynı bir kil yatağı içinde çok değişmekte, diğer bazı elementlerin miktarları da bazı örneklerde ölçülemeyecek kadar küçük olmaktadır. Demir dışında, tayin edilen elementler çok az miktarlarda olduğu için dışarıdan bir bulaşmanın olmamasına özen gösterilmesi gerekir. Bu nedenle keramik parçaların dış yüzeyleri özel bir matkapla temizlendikten sonra analiz için örnek alınmaktadır. Kimyasal analizden sonra yapılacak iş, örneklerin eser element birleşimi bakımından benzer olanlarını gruplar halinde ayırmaktır. Böyle bir işlemin elle yapılması imkansız olduğundan gruplandırma istatistik yöntemler kullanılarak bilgisayarda yapılmaktadır.

Hukuk : Açığa İmza

Açığa İmza hakkında bilgi
Bir senet veya belge metninin tamamen veya kısmen yazılmasından önce ilgililere imzalatılmasıdır.
Açığa İmza bir senet veya belge metninin tamamen veya kısmen yazılmasından önce ilgililere imzalatılmasıdır. Mali portesi, vadesi ya da ödeme koşulları sonra yazılmak üzere açık bırakılarak sözleşme imzalanmasına, iş hayatında rastlanabilir. Yahut sözlü anlaşma yapıldıktan sonra, taraflardan biri boş kağıdı imzalayıp diğer tarafa tevdi edebilir.

Açığa imza, karşı tarafa mutlak güven beslendiği ya da zorunluluk nedeniyle başka türlü harekete imkan bulunmadığı durumlarda söz konusu olabilir. İlkel psikolojili kişilerin gösteriş arzusu veya sorumsuz zihniyet etkisi altında açığa imza verdikleri de, tatbikatta görülmüştür.

Diller : Dilbilim - Bütünce (Derlem) Dilbilim

Bütünce (Derlem) Dilbilim hakkında bilgi
Ö zellikle son 10 yılda bilgisayar ve yazılım teknolojilerindeki gelişime pararlel olarak dilbilimde önemi artan alan. Dil araştırmalarında kuramsal olanı desteklemek ya da çürütmek için "duyusal ve duygusal olandan ayrı" olarak; gerçekleşmiş, ortaya konmuş dil ürünlerinin verisini toplamak ve bu veriye dayalı olarak çeşitli istatistiksel çıkarımlarda bulunmak dilbilimin bu "uzmanlık" alanının konusudur. Sözlükbilim ve uygulamalı dilbilimde önemi giderek artmaktadır.

Tarih : 93 Harbi

93 Harbi hakkında bilgi
93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) Rumî takvime göre 1293 tarihine rastladığından, “Doksanüç Harbi" diye anılmıştır.

Çarlık Rusyası; asırlık emellerini gerçekleştirmek için Osmanlıları Avrupa’dan atmak, İstanbul’u ele geçirerek sıcak denizlere inmek, Hıristiyanları ve özellikle Islavları korumak bahânesiyle Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmaktaydı. Bu husus harbin en önemli sebebini teşkil edecektir. Osmanlı ülkelerine saldırmayı millî bir hedef kabûl eden Rusya, Kırım Hanlığını istilâ etmiş, Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarını almış, Volga boylarındaki Türk ülkelerini istilâ ederek Türkistan’a ilerleyip kuzey kısımlarını elde etmişti. 1853 Kırım mağlûbiyeti, Rusların bu emellerini bir müddet için durdurmuştu. Ancak Rusya, büyük bir gayretle eski birliğini sağlamış ve Kırım mağlûbiyetinin acısını çıkarmak için fırsat gözetmeye başlamıştı. Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğüne en çok taraftar olan Fransa’nın 1870 yılında Prusya karşısında ağır bir mağlûbiyete uğraması kuvvetler dengesinin Osmanlılar aleyhine bozulmasına yol açmış ve Rusya beklediği fırsatı elde etmişti. Bunu değerlendiren Rusya, Paris Antlaşmasının Karadeniz’de donanma ve tersane bulundurulmaması hakkındaki maddelerini tanımadığını resmen îlân edip, bu teşebbüsünü Londra Konferansında tescil ettirdi. Böylece Rusya, Karadeniz’de kuvvetli bir donanma meydana getirme imkânına sâhib oldu.

Bu gelişmeden sonra Rusya, Panislavizm fikirlerini Balkanlarda yaymak için Moskova’da bir kongre topladı. Rus Panislavistleri, Bosna-Hersek ve Bulgaristan Islavlarını ayaklandırmak için Balkanlarda yoğun propagandaya giriştiler. Ayrıca Romanya ve Karadağ’da birer teşkilat kurdular. Rusya bu tür faaliyetlerinden başka Osmanlı Devletine de baskı yapmaktaydı. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa, Bulgarların Fener Rum Kilisesinden ayrılarak millî bir kilise kurmalarını kabul etti. Böylece Bulgarların siyâsî bağımsızlıklarına yol açıldı.

Çok geçmeden Panislavizm propagandası etkisini gösterdi. İlk olarak Bosna-Hersek eyâletindeki Hıristiyanlar ayaklandı. Daha bu isyân bastırılmadan yine Rus tahrikiyle Karadağlılar ve Sırplar da ayaklandılar. Osmanlı Devleti bu iki isyânı bastırınca bunlar Avrupa devletlerinden yardım istediler. İşe karışan Rusya, Osmanlı Devletine Karadağ ve Sırbistan’la anlaşma yapması için ültimatom verdi. Bunun üzerine muhtemel bir savaştan çekinen Avrupa devletleri Balkan meselesini görüşmek üzere İstanbul’da bir konferans tertib ettiler (23 Aralık 1876). Aynı gün Osmanlı Devleti Konferansın çalışmalarına mâni olmak için Kânun-i Esâsî’yi îlân etti. Çalışmalarına devâm eden Tersâne Konferansına Osmanlı Devletinden başka İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Almanya ve İtalya katıldı. Yabancı delegeler önceden hazırladıkları metni Osmanlı delegelerine sundular. Buna göre, Osmanlı askeri, Karadağ ve Sırbistan’dan çekilecek, Bulgaristan’da doğu ve batı Bulgaristan adı ile iki ayrı eyâlet kurulacak ve Bosna-Hersek’le birlikte bu iki eyâlete muhtâriyet verilecekti. Osmanlı Devletinin bu şartları kabul etmemesi üzerine konferans dağıldı. Konferansa katılan İngiltere Başmurahhası Hindistan Nâzırı Lord Salisbury, savaşı önlemek husûsunda çok gayret gösterdi. O, Midhat Paşanın aksine, bir savaş çıktığında İngiltere’nin Osmanlı Devletine yardım etmeyeceği kanâatindeydi. Lord Salisbury Sultan İkinci Abdülhamîd’le de görüşerek durumun vehâmetini îzâh etti. Pâdişâh savaş istemiyordu, fakat savaş isteyen devlet adamlarının baskısı altında idi. Bunların başında Sadrâzam Midhat Paşa ve Harbiye Nâzırı vekili Müşir Redif Paşa geliyordu. Midhat Paşanın teşvikiyle yüksek medrese talebesi sokaklara dökülüp Pâdişâhın penceresi altına kadar giderek “Harb istiyoruz!” diye bağırdı.

Tersâne Konferansında müsbet bir netice alınamayınca Londra’da bir konferans daha toplandı. Bu konferansta Bâbıâlî’ye Tersâne Konferansının kararlarından daha hafif ıslâhât şartları teklif edildi, ancak Osmanlı devlet adamları bu teklifi de reddettiler. Londra protokolünün Osmanlılar tarafından reddedilmesinden sonra Çar, Karadağ’a sâdece Nikşik kazası bırakılırsa savaşı önleyebileceğini Bâbıâlî’ye bildirdi. Ancak bu teklif de sadrâzam İbrâhim Edhem Paşa tarafından reddedildi.

Avrupa devletlerinin savaşa mâni olma teşebbüsleri başarısız kalınca, Rusya 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devletine savaş îlân eti. Sırbistan, Romanya ve Karadağ prenslikleri de Osmanlı Devletine isyân ederek Rusya’nın yanında yer aldılar. Yunanistan da düşmanca bir tavır takınınca Osmanlı Devleti savaşta yalnız kaldı.

93 Harbi, Tuna ve Kafkasya cephelerinde cereyan etti. Tuna cephesi başkumandanı, Serdâr-ı ekrem Müşir Abdülkerim Nâdir (Abdi) Paşa idi. Emrindeki kuvvetler üç orduya ayrılmıştı. Bunlardan Garb ordusunun başında Müşir Osman Paşa, Şark ordusunun başında Müşir Ahmed Eyüb Paşa, Cenup ordusunun başında ise Müşir Süleyman Paşa bulunuyordu. Bu cephedeki denge Osmanlıların hayli aleyhineydi.

Abdülkerim Nâdir Paşanın düşmanın Tuna’yı geçmesine seyirci kalmasıyla harb yarı yarıya kaybedildi. Halbuki Osmanlılar için en büyük ümit, Rusları Tuna seddi üzerinde durdurabilmek ve bu seddi aşmalarına engel olabilmekti. Bu zaafiyetinden dolayı Serdâr-ı ekrem bir müddet sonra Dîvân-ı harbe verilip mahkum olacaktır.

7 Temmuz’da Tırnova, 16 Temmuz’da Niğbolu’yu alan Ruslar, Şıpka Geçidine hâkim olup, Balkan Dağlarını aşmaya başladılar. Abdülkerim Nâdir Paşanın azledilip yerine çok genç müşir Mehmed Ali Paşanın başkumandan olması ve ordu içindeki diğer ayrılıklar müşirler arasında rekâbeti artırdı. Bu husus savaşın kaybedilmesinde önemli sebeb teşkil etti. Müşir Süleymân Paşa, Şıpka Geçidini ele geçirmek için bir hafta gece-gündüz demeden taarruzda bulundu, ancak muvaffak olamadı. Bu defâ Şıpka’yı geçmek için Müşir Mehmed Ali Paşa taarruza geçti. Ayazlar, Karahasan, Ablova ve Kaçılova Meydan Muhârebelerini kazandı ise de, devamlı takviye alan Rus kuvvetlerini söküp atamadı. Müşir Osman Paşa ise savunma savaşına yeni prensipler getirerek Plevne’de düşmanı üç defâ mağlub etti. Üçüncü Plevne Zaferinden sonra Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından “Gâzi” ünvânı verildi. Yeni takviyelerle güçlenen düşman karşısında Osman Paşa yardım alamadığından Plevne de düştü. Plevne’nin düşmesi ile sayıca pek fazla olan Rus birlikleri serbest kaldılar. Bu sırada Sırplar Niş’e girmişler, Karadağlılar da İşkodra çevresine kadar ilerlemişlerdi. İleri harekâtlarına devâm eden Ruslar, Sofya, Niş ve Vidin’i aldıktan sonra Edirne’ye ve burayı da alıp Yeşilköy’e ulaştılar. Grandük Nikola, sulh şartlarını dikte etmek üzere umûmî karargâhını burada kurdu. Böylece Tuna cephesindeki savaş, Osmanlıların aleyhine netîcelendi.

93 Harbi’nin ikinci cephesi Kafkasya idi. Kesin neticenin alınacağı ve alındığı Tuna cephesi kadar mühim olmamakla berâber, burada da pek büyük savaşlar oldu. Cephe kumandanı Ahmed Muhtar Paşa idi. 125.000 kişilik Rus ordusunun başında ise Ermeni asıllı Melikof bulunuyordu.

Devamlı takviye alan Ruslar, 30 Nisan’da Doğu Bâyezîd’i ele geçirdiler. Muhtar Paşa Ruslara karşı 21 Haziranda Halyaz, 25 Haziranda Zivin, 25 Ağustosta Gedikler Meydan Muhârebelerini kazandı. Ahmed Muhtar Paşaya bu zaferlerden sonra “Gâzi” ünvânı verildi. 4 Ekimde Yahniler Meydan Muhârebesi de kazanıldı, ancak takviye alan Rusları durdurmak mümkün olmadı. 15 Ekim 1877 Alacadağ Meydan Muhârebesi, Kafkas cephesinin dönüm noktası oldu. Ahmed Muhtar Paşa, fazla zâyiât vermemek için Erzurum’a çekilmek zorunda kaldı. Kars açıkta kaldığından 18 Kasım’da Rusların eline geçti. Fakat Ruslar Erzurum halkının da katıldığı destanlaşan savunma karşısında Erzurum’u alamadılar. Bu sırada Ahmed Muhtar Paşa, Pâdişâh tarafından İstanbul’un muhâfazası ile görevlendirilip İstanbul’a çağrılınca yerine Müşir Kurd İsmâil Paşa getirildi.

93 Harbi, Osmanlı Devletinin ağır mağlûbiyetiyle neticelendi. Rumeli Türklüğü, Rus birlikleri ve Bulgarların büyük katliamı sebebiyle büyük sarsıntıya uğradığından Türk nüfûsu azınlığa düştü. Son asır Türk târihinin en büyük göç fâciâsı vukû buldu. Balkanlardan Anadolu’ya uzanan yollar göçmen kâfileleriyle doldu. Bunların büyük bir kısmı yine Ruslar ve Bulgarlar tarafından imhâ edildi.

Rusların Yeşilköy’de karargâh kurmalarından sonra Bâbâlî 19 Ocak 1878’de Rusya’dan mütâreke istedi. 9 ay 7 gün süren savaşa 31 Ocak 1878’de imzâlanan Edirne Mütârekesi son verdi. Sonradan 3 Mart 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzâ edildi, ancak yürürlüğe girmedi. Abdülhamîd Han siyâsî dehasıyla bu antlaşmayı yürürlüğe koydurmadı. Ayrıca bu antlaşma Rus nüfûzunu son derece arttırdığından Avrupa devletlerini telaşa düşürmüştü. Avrupa devletlerinin iştirakleriyle tertiplenen Berlin Antlaşmasına göre (13 Temmuz 1878) önceki antlaşmanın bâzı maddeleri hafifletildi. Ancak Osmanlı Devleti bu antlaşmaya göre, bugünkü Türkiye’nin üçte birine yakın toprak ve büyük nüfus kaybına uğradı. Ayrıca 800 milyon altın franklık savaş tazminâtı ödeme mecburiyetinde bırakıldı. Balkanlarda ise Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız birer devlet oldular.

Biyografiler : Adnan Menderes

Adnan Menderes hakkında bilgi
Adnan Menderes 1899 yılında Aydın'da doğdu. Babası İzmirli Katipzade İbrahim Ethem Bey, annesi Aydınlı Hacı Alipaşazadeler'den Tevfika Hanım'dır. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetti. Onu anneannesi büyüttü. Tahsil hayatına İzmir İttihat ve Terakki Mektebi'nde başlayan Adnan Menderes, Kızılçulu Amerikan Koleji'nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için çeşitli mercilere müracaat etti. Müracaat ettiği makamların birinin başında Celal Bayar vardı.

Menderes'in yurda dönüşü Londra Anlaşması için Başbakan Adnan Menderes ve refakatındakileri götüren THY'nın "Sev" uçağı Londra Gatick havaalanı civarında düştü. 5 mürettebat ve 9 yolcu öldü. Kazada, Başbakan Menderes hafif yaralarla kurtuldu - 1959Adnan Menderes ( 1899- 1961) politikacı ve eski başbakan ( 1950� 1960).

1899 yılında Aydın�da doğdu. Babası İzmirli Katipzade İbrahim Ethem Bey, annesi Aydınlı Hacı Alipaşazadeler'den Tevfika Hanım�dır. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetti.Onu anneannesi büyüttü. Tahsil hayatına İzmir İttihat ve Terakki Mektebi�nde başlayan Adnan Menderes, Kızılçulu Amerikan Koleji'nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için çeşitli mercilere müracaat etti. Müracaat ettiği makamların birinin başında Celal Bayar vardı. Bayar'la böyle tanışmış oldu.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitiren Adnan Menderes Birinci Dünya Savaşı sırasında yedeksubay olarak askerliğini yaptı. Aydın�da bazı arkadaşlarıyla birlikte Ayyıldız Çetesi'ni kurdu. Daha sonra Söke'de Piyade Alay Yaveri olarak savaşa katıldı. Savaştan sonra İstiklal Madalyası aldı.

Ali Fethi Okyar tarafından 1930 senesinde kurulan ancak kısa sürede kapatılan Serbest Fırka'nın Aydın teşkilatını kurarak başkanı oldu. Bu parti kapatılınca Cumhuriyet Halk Partisi'ne girdi ve 1931 yılında bu partiden Aydın milletvekili seçildi.

1945 senesine kadar TBMM'de komisyon raportörlüğü yapan Adnan Menderes, o yıl Saracoğlu Hükümeti'nin getirdiği Toprak Kanunu tasarısını şiddetle tenkit ederek komisyondan istifa etti.Partide yaptıkları muhalefetten dolayı bir süre sonra Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte CHP Disiplin Kurulu tarafından 12 Haziran 1945�te ihraç edildiler.

Celal Bayar da hem partiden hem de milletvekilliğinden istifa etti. Bu hareketler Demokrat Parti'nin 7 Ocak 1946'da kurulmasına sebep oldu. 1946 seçimlerinde Demokrat Parti'den Kütahya milletvekili olarak meclisi girdi. Celal Bayar�dan sonra ikinci adam durumuna geldi. 14 mayıs 1950 seçimlerinde DP oyların 53,5�ini alarak iktidar oldu. On senelik DP iktidarının tek başbakanı oldu ve o döneme damgasını vurdu. İktidarı zamanında 5 hükümet kurdu. Bu on senelik zaman içinde Türkiye'nin iç ve dış siyasetinde büyük gelişmeler oldu.Sanayileşme ve şehirleşme hamlesi başladı, köye makine girdi, ulaşım, enerji, eğitim, sağlık, sigorta ve bankacılık yeniden başladı. Türkiye kalkınma kavramıyla tanıştı.

27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbeyle iktidardan indirildi. Yassıada'ya hapsedildi. Milli birlik komitesi tarafından kurulan Yüksek Adalet Divanı'nca idama mahkum edildi. Yassıada tutuklu bulunduğu sırada çeşitli işkencelere maruz kaldı. 17 Eylül 1961 tahinde İmralı Ada'da idam edildi. Ölümünden yıllar sonra 17 Eylül 1990 tarihinde mezarı İstanbul'da yaptırılan anıt mezara nakledildi.

Aydın'da bir üniversite ve Aydın uluslararası havalimanına adı verildi.

Coğrafya : İstanbul - İstanbul tarihi eserler ve turistik bilgiler

İstanbul tarihi eserler ve turistik bilgiler hakkında bilgi
İstanbul’un hemen her köşesi tarihi ve turistik özelliklere sahiptir. Hepsini saymak, adeta mümkün değil gibidir. En önemlilerinden bazıları şunlardır:
İ stanbul’un hemen her köşesi tarihi ve turistik özelliklere sahiptir. Hepsini saymak, adeta mümkün değil gibidir. En önemlilerinden bazıları şunlardır:

Surlar: İstanbul’un meşhur surları tarihte dört defa yapılmıştır. Surlar üzerinde 400 kule, 500 kapı bulunuyordu. Kara surları 6800 m, Marmara surları 8000 m ve Haliç surları 5000 m idi. Langa, Davutpaşa, Samatya, Narlıkapı, Yaldızlı, Yedikule, Belgrat, Silivrikapı, Sıgma, Mevlevihane, Topkapı, Sulukule, Edirnekapı, Kostantin, Eğrikapı, Ayvansaray, Balat, Fener, Yenikapı, Aiya, Yeni Aya, Cibali, Ayazma, Zindan, Balıkpazarı ve Yeni Cami kapıları surların meşhur kapılarıdır. Marmara ve Haliç surlarının büyük kısmı yıkılmıştır. Kara surlarının yarısından fazlası yıkık vaziyettedir. Bir bölümü aslına uygun şekilde tamir ettirilmiştir.

Anadolu Hisarı: Boğaz’ın Anadolu yakasında Sultan Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Akça Hisar, Yeni Kale ve Güzelce Hisar isimleriyle anılmıştır. Boğazın bekçisi durumunda olup, üç ana kuleden ibarettir.

Rumeli Hisarı: Boğazın Rumeli yakasında Fatih Sultan Mehmed Han yaptırmıştır. Kendisi ve paşalar taş taşıyarak inşaatta çalıştılar. Hisarın planı Muhammed isminin yazılışı şeklindedir. 17 kulesi vardır. Yüksekliği 22 metredir. Sanat ve mimari bakımında şaheserdir.

Tekfur Sarayı: Edirnekapı, Kariye Camii yakınında olup, harabe halindedir. Bizans dönemine aittir.

Topkapı Sarayı: İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yaptırılmaya başlandı. 1466’da başlanan sarayın inşaası, 1478’de bitirilmiştir. 699 dekar yer kaplayan sarayın çeşitli bölümleri vardır. Sarayın sahildeki saltanat kapısındaki kule ve önlerindeki toplar sebebiyle “Topkapı” denmiştir. (Bkz. Topkapı Sarayı)

Dolmabahçe Sarayı: On dokuzuncu asırda dünyada yapılan sarayların en meşhûrudur. Sarayın bulunduğu yer bir koy idi. Sultan Birinci Ahmed Han ile Sultan İkinciOsman Han devirlerinde bu koy doldurularak burada Çinili Köşk ismiyle bir kasr yaptırıldı. Daha sonra aynı yerde Sultan Üçüncü Selim tarafından Beşiktaş Sarayı yaptırıldı. Sultan Abdülmecid Han bu sarayı yıktırarak 1851’de Dolmabahçe Sarayını yaptırmaya başladı. Yapımı beş sene süren bu sarayda 200 oda ve 8 büyük salon vardır. Mermerleri, Marmara Adasından getirilmiştir. Osmanlı sultanlarının Bayezid ve Topkapı saraylarından sonra oturdukları üçüncü yerdir. (Bkz. Dolmabahçe Sarayı)

Çırağan Sarayı: Beşiktaş’ta deniz kıyısında Yıldız Parkının karşısındadır. Sultan Abdülaziz Han 1871’de yaptırmıştır. Mermer işçiliğiyle meşhur olan saray, 1910’da yanmıştır. Günümüzde restore edilmiş ve turistik otel olarak kullanılmaktadır.

Yıldız Sarayı: Beşiktaş’ta Yıldız Camiinin karşısındadır. Sultan Abdülaziz Han 1866’da yaptırmıştır. Çok geniş bir koruluğun içinde yer alan saray, çeşitli köşklerden meydana gelmiştir. Bayezid, Topkapı ve Dolmabahçe saraylarından sonra Osmanlı sultanlarının oturduğu dördüncü saraydır. Sekiz sultana mesken olan bu saray, bir sanat abidesidir. (Bkz. Yıldız Sarayı)

Beylerbeyi Sarayı: Boğaziçi’nin pırlantası olan bu saray Sultan Abdülaziz Han tarafından yaptırılmıştır. Sarayın doğu duvarları ve iç yapısı çok süslemelidir. Havuzlu salonu set biçiminde düzenlenmiş bahçesi ve değerli eşyaları ile meşhurdur. (Bkz. Beylerbeyi Sarayı)

İbrahim Paşa Sarayı: Kanûni Sultan Süleyman’ın eniştesi İbrahim Paşanın düğün hediyesi olarak verdiği bu saray, daha sonraları kışla ve okul olarak kullanılmıştır. Sultanahmed semtinde bulunan saray, son senelerde tamir edilip, Türk-İslam Eserleri Müzesi olmuştur.

Eyüp Sultan Camii ve külliyesi: Fatih Sultan Mehmed Hanın emriyle 1453-1459 yılları arasında Eshab-ı kiramdan Ebû Eyyûb el-Ensari’nin İstanbul’u şereflendiren kabr-i şerifinin yanında yaptırılmıştır. Külliye, cami, türbe, medrese, imaret ve çifte hamamdan meydana gelmektedir. Çeşitli zamanlarda tamir görmüştür. Senenin her gününde, bilhassa Ramazan ayında ziyaretçilerle dolup taşan, Türk milletince mukaddes tanınan bu türbe ve cami, yalnız İstanbul’un değil, Türkiye’nin hatta İslam dünyasının dini ziyaret merkezlerinden biridir.

Fatih Camii ve külliyesi: Fatih Sultan Mehmed Han tarafından 1463-1471 seneleri arasında yaptırılmıştır. Külliye; cami, medreseler, darüşşifa, tabhane, imaret, sıbyan mektebi, kitaplık, hamam, saraçlar çarşısı ve çeşitli türbelerden meydana gelmiştir. Fatih külliyesi, İstanbul Üniversitesinin ilk çekirdeğidir. Buradaki tetimme medreselerinde hazırlık dersleri görüldükten sonra, medresede yüksek tahsil yapılırdı. Klasik Osmanlı külliyelerinin öncüsüdür. Çeşitli zamanlarda tamir görmüştür. Kütüphanesinde Osmanlı devrine ait el yazma ve basma 10.000 eser vardır. Bu eserler bugün Süleymaniye Kütüphanesinde okuyucuya açıktır.

Mahmud Paşa Camii ve külliyesi: Mahmudpaşa semtinde sadrazam Mahmûd Paşa tarafından yaptırılmıştır. Cami, türbe, hamam, medrese, sıbyan mektebi, mahkeme, çarşı ve imaretten meydana gelmiştir. Çeşitli zamanlarda tamir gören külliyenin günümüze sadece cami, türbe, han, medresenin dersanesi ve hamamının bir bölümü ulaşmıştır.

Mihrimah Sultan Camii ve külliyesi: Edirnekapı’da Kanûni Sultan Süleyman Hanın kızı Mihrimah Sultan tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Cami medrese, sıbyan mektebi, hamam, türbeden ve dükkanlardan meydana gelmiştir. 1894 zelzelesinde zarar görmüş ve tamir edilmiştir.

Sultan Selim Camii ve külliyesi: Haliç’e bakan bir tepe üzerinde 1522’de yapılmıştır. Cami inşaatını Yavuz Sultan Selim Han başlatmış, oğlu Kanûni Sultan Süleyman tamamlatmıştır. Külliye; cami, tabhane, imaret, sıbyan mektebi, hamam, türbe ve medreseden meydana gelmiştir. Medrese, imaret ve Ayşe Hatun türbesi yıkılmıştır. Diğer kısımları günümüze kadar gelmiştir. Caminin kıble istikametinde Yavuz Sultan Selim Hanın türbesi vardır.

Haseki Camii ve külliyesi: Aksaray’dan Silivrikapı’ya giden cadde üzerindedir. 1551’de Haseki Hurrem Sultan tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye; cami, medrese, sıbyan mektebi, imaret, darüşşifa ve çeşmeden meydana gelmiştir. Darüşşifa, dispanser olarak kullanılmaktadır. Sultan Birinci Ahmed 1612’de camiyi genişletmiştir.

Davûtpaşa Camii ve külliyesi: Davutpaşa semtindedir. 1485’te Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci Bayezid devri vezirlerinden Davud Paşa yaptırmıştır. Külliye, cami, medrese, türbe, imaret, sıbyan mektebi, mahkeme, çeşme ve hamamdan meydana gelmiştir. Medrese yıkık vaziyettedir. Zaviyeli camiler planındadır. 1984 zelzelesinde imaret, mahkeme ve mektep kısmı yıkılmıştır.

Kara Ahmed Paşa Camii ve külliyesi: Topkapı’da, Kanûni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Kara Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye, cami, medrese ve sıbyan mektebinden meydana gelmektedir. Medrese odaları U biçiminde caminin avlusunda dizilmiştir. Sıbyan mektebi caminin biraz uzağındadır.

İbrahim Paşa Camii ve külliyesi: Silivrikapı’da Sadrazam İbrahim Paşa tarafından 1551’de Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Geniş bir avlu içinde cami, türbe, sıbyan mektebi, hamam, şadırvan ve çeşmeden meydana gelmektedir. Kapılardaki ahşap geometrik geçme ve fildişi kakma işçiliği çok güzeldir. Şadırvan, cami, türbe, çeşme dışındaki kısım yıkılmıştır.

Hekimoğlu Ali Paşa Camii ve külliyesi: Davutpaşa semtinde, Hekimbaşı Nuh Efendinin oğlu ve Sultan Birinci Mahmûd Hanın sadrazamlarından Ali Paşa tarafından 1734’te yaptırılmıştır. Külliye, kütüphane, zaviye, türbe, sebil ve çeşmeden meydana gelmiştir. Devrinin güzel çinileri ile süslüdür. 1830’da tamir görmüştür.

Cerrahpaşa Camii ve külliyesi: Cerrahpaşa semtinde saray cerrahı iken sadrazam olan Mehmed Paşa tarafından 1593’te yaptırılmıştır. Mimarı Davûd Ağa’dır. Cami, medrese, türbe, hamam, çeşmeden meydana gelen külliyeden sadece hamam günümüze ulaşmamıştır. 1958-1960 arasında tamir görmüştür.

Amcazade Hüseyin Paşa Camii ve külliyesi: Fatih’te Saraçhane başında Amcazade Hüseyin Paşa tarafından yaptırılmıştır. Külliye cami, medrese, kütüphane, çeşme, dükkanlardan meydana gelmiştir. Medresenin önem kazandığı külliyelerin örneklerindendir. Bütün yapılar bir avlu duvarı içine alınmıştır.

Zal Mahmûd Paşa Camii ve külliyesi: Eyüp’te vezirlerden Zal Mahmûd Paşa ile eşi Şah Sultan tarafından 16. asır ortalarında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Cami, iki medrese, türbe ve çeşmeden meydana gelen küçük bir külliyedir. Planı değişik ve ilgi çekicidir.

Koca Mustafa Paşa Camii ve külliyesi: Cerrahpaşa semtindedir. Sultan İkinci Bayezid’in sadrazamı Koca Mustafa Paşa tarafından Haghios Andreas Kilisesi camiye çevrilerek kurulmuştur. Ekmekçizade Ahmed Paşa bazı ilaveler yaptırmıştır. Külliye, cami, tekke, şadırvan, medrese ve imaretten meydana gelmiştir.

Mihrimah Sultan Camii ve külliyesi: Üsküdar iskele meydanındadır. İskele Camii de denir. Kanûni Sultan Süleyman Hanın kızı Mihrimah Sultan tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye; cami, medrese, sıbyan mektebi, imaret, hamam, kervansaray, ambar, muvakkithane, çeşme ve türbeden meydana gelmektedir. Bunlardan cami, türbe, medrese, sıbyan mektebi, çeşme ve hamam sağlamdır. Medrese, sağlık merkezi; sıbyan mektebi ise çocuk kitaplığı olarak kullanılmaktadır.

Eski Valide Sultan Camii ve külliyesi: Üsküdar Toptaşı’ndadır. Sultan İkinci Selim Hanın eşi ve Sultan Üçüncü Murad Hanın annesi Nurbanû Valide Sultan tarafından 1577-1583 arasında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye, cami, medrese, darüşşifa, kervansaray, tabhane, imaret ve darulkurradan meydana gelmiştir. Caminin içi çini ve tahta oymalarla süslüdür.

Şemsi Paşa Camii ve külliyesi: Şemsipaşa semtinde, deniz kıyısındadır. Kanûni Sultan Süleyman’ın vezirlerinden Şemsi Paşa, Mimar Sinan’a yaptırmıştır. Külliye, cami, türbe ve medreseden meydana gelmiştir. Medrese 1953’ten beri kütüphane olarak kullanılmaktadır.

Çinili Camii ve külliyesi: Üsküdar’da Toptaşı semtindedir. Kösem Mahpeyker Sultan tarafından 1640’ta Mimar Kasım Ağaya yaptırılmıştır. Külliye; cami, medrese, sıbyan mektebi, çeşme, şadırvan, sebil, çifte hamam ve mezarlıktan meydana gelmiştir. Cami duvarları beyaz üstüne çeşitli renkte çiçek motifi çinilerle süslüdür.

Yeni Valide Camii ve külliyesi: Üsküdar iskelesi meydanının güneyindedir. 1708-1710 arasında Sultan Üçüncü Ahmed Hanın annesi Gülnuş Emetullah Sultan tarafından yaptırılmıştır. Külliye; cami, sıbyan mektebi, muvakkithane, imaret, çeşme, türbe ve dükkanlardan meydana gelmektedir. 1964’te tamir görmüştür.

Beylerbeyi Camii ve külliyesi: Beylerbeyi iskelesinin ilerisinde, deniz kıyısındadır. Sultan Birinci Abdülhamid Han tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Mehmed Tahir Ağadır. Külliyesinde; cami, sıbyan mektebi, imaret, hamam, muvakkithane ve çeşme bulunmaktadır. Muvakkithane ve çeşme Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından eklenmiştir. 1984’de geçirdiği yangın yüzünden caminin kubbesi çöktü. Eskisine uygun olarak yeniden tamir edildi. Diğer ismi Hamid-i Evvel Camiidir.

Süleymaniye Camii ve külliyesi: Kanûni Sultan Süleyman Han tarafından 1549-1556 arasında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye; cami, dört medrese, türbeler, türbedar dairesi, darülhadis, darüttıp, darüşşifa, bimarhane, darülkurra, sıbyan mektebi, imaret, konukevi, han, hamam, kütüphane ve birçok dükkandan meydana gelmektedir. Cami dış görünüşü ve iç süslemeleri ile Türk mimarlık sanatının şaheseri ve dünyanın başta gelen bir sanat abidesidir. Kütüphanesinde bulunan 53.332 el yazma, 25.673 basma eser Cumhûriyet devri öncesine aittir. (Bkz. Süleymaniye Camii)

Şehzade Camii ve külliyesi: Şehzadebaşı semtindedir. Kanûni Sultan Süleyman Han tarafından 22 yaşında ölen oğlu Şehzade Mehmed hatırası için 1543-1548 arasında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye; cami, medrese, imaret, tabhane, fırın ve türbeden meydana gelmiştir. Medrese, kız öğrenci yurdu, tabhane ise Vefa Lisesinin laboratuvarı olarak kullanılmaktadır.

Yeni Valide Camii ve külliyesi: Eminönü meydanındadır. Sultan Üçüncü Mehmed’in annesi Safiye Sultanın emri ile 1597’de temelleri atılan caminin yapımıÜçüncü Mehmed Hanın ölümü üzerine elli sene durdu. Sultan Dördüncü Mehmed Hanın annesi Hadice Turhan Sultan tamamlattı ve 1633’te ibadete açıldı. Külliye; cami, hünkarkasrı, darülkurra, sıbyan mektebi, arasta, sebil, çeşme ve kütüphaneden meydana gelmiştir. Hünkarkasrı günümüzde müze olarak kullanılmaktadır.

Sultan Ahmed Camii ve külliyesi: Sultan Ahmed meydanında, Sultan Birinci Ahmed Han tarafından 1609-1616 arasında Mimar Sedefkar Mehmed Ağaya yaptırılmıştır. Külliye; cami, hünkarkasrı, sıbyan mektepleri, medrese, arasta, darüşşifa, tabhane, imaret ve türbelerden meydana gelmektedir. Caminin içi 21.043 çini ile süslüdür. Batılılar bu camiye, Mavi Cami demektedirler. Altı minaresi vardır. (Bkz. Sultan Ahmed Camii)

Bayezid Camii ve külliyesi: Bayezid Meydanında Sultan İkinci Bayezid tarafından 1501-1506 arasında yaptırılmıştır. Külliye; cami, mektep, türbeler, tabhane, kervansaray, medrese ve hamamdan ibarettir. Günümüzde medrese, Belediye Kitaplığı, imaret, Bayezid Devlet Kitaplığı olarak kullanılmaktadır. Kütüphanesinde 240.500 basma ve 10.698 el yazması eser vardır.

Nûruosmaniye Camii ve külliyesi: Kapalıçarşı’nın kuzeyindedir. Külliyenin inşasına Birinci Mahmûd Han başlamış, 1755’te Üçüncü Osman devrinde tamamlanmıştır. Külliye; cami, medrese, imaret, kütüphane, sebil, çeşme ve dükkanlardan meydana gelmiştir. Asıl adı Nûr-ı Osmani’dir. Kütüphanesinde 10.000 el yazması ve 6000 basma eser vardır.

Laleli Camii ve külliyesi: Laleli semtinde, Ordu Caddesi üzerindedir. Sultan Üçüncü Mustafa Han tarafından 1759-1763 arasında Mimar Mehmed Tahir Ağaya yaptırılmıştır. Barok üslûbunda yapılmış olan külliye; cami, sebil, türbe, mumhane, sipahiler hanı, çarşı, çeşme ve muvakkıthaneden meydana gelmiştir. Medrese günümüze ulaşmamıştır.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii ve külliyesi: Çarşıkapı’dadır. Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa külliyesinin inşaatını 1681’de başlatmıştır. 1690’da oğlu Damad Ali Paşa tarafından tamamlanmıştır. Külliye; cami, medrese, sıbyan mektebi, sebil ve türbeden meydana gelmektedir. Taş işçiliği, oymacılık ve dökümcülük sanatı bakımından şaheserdir. Külliye 1960’da tamir edilmiştir.

Sokullu Mehmed Paşa Camii ve külliyesi: Sultan Ahmed Meydanının alt yanındadır. Sadrazam Mehmed Paşa adına hanımı İsmihan Sultan tarafından 1572’de Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye; medrese, cami, tekke ve şadırvandan meydana gelmektedir. Orta kapısı, mihrabı ve minber kapısı üstlerinde birer Hacer-ül-Esved taşı parçaları vardır.

Atik Ali Paşa Camii ve külliyesi: Çemberlitaş’ta Sultan İkinci Bayezid’in sadrazamlarından Ali Paşa 1497’de yaptırmıştır. Külliye; cami, medrese, sıbyan mektebi, imaret, türbe, çeşme ve elçi hanından meydana gelmektedir. Elçi hanı ve imaret yıkılmış, medrese ilk yapıldığı şeklini kaybetmiştir.

Köprülü Mehmed Paşa Camii ve külliyesi: Divanyolu’nda Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa tarafından 1661’de yaptırılmıştır. Külliye; cami, medrese, türbe, çeşme, sebil, kitaplık, han ve dükkanlardan meydana gelmekte olup, geniş bir yer kaplamaktadır.

Kılıç Ali Paşa Camii ve külliyesi: Tophane Meydanında donanma komutanı Kılıç Ali Paşa tarafından 1580’de Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Cami, medrese, hamam, türbe ve sebilden meydana gelen külliye çeşitli zamanlarda tamir görmüştür. Medrese kısmı Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından kullanılmaktadır.

Çorlulu Ali Paşa Camii ve külliyesi: Çarşıkapı’da Divanyolu Caddesi üzerindedir. 1708’de Çorlulu Ali Paşa tarafından yaptırılmıştır. Külliye; medrese, cami, kütüphane ve şadırvandan meydana gelmiştir. Külliyenin mimarisi ve kalem işlerinde Barok üslûbunun etkisi görülür.

Damad İbrahim Paşa Camii ve külliyesi: Şehzadebaşı’nda Nevşehirli Damad İbrahim Paşa tarafından 1720’de yaptırılmıştır. Külliye; cami, medrese, sebil, kütüphane ve mezarlıktan meydana gelmektedir. Külliyenin kalem işi süslemeleri Lale Devri özelliklerini göstermektedir.

Ayasofya Camii ve külliyesi: Bizanslılar devrinde M.S. 326 veya 360 senesinde yapılan ve 4 defa yenilenen Ayasofya kilisesi İstanbul’un fethi üzerine camiye çevrilmiştir. Mihrap, minber, 4 minare, imaret, medrese, sıbyan mektebi, muvakkıthane, şadırvan, mahfil, türbeler, kütüphane, sebiller, top kandilleri, saltanat kapısı ilave edilerek, külliye meydana getirilmiştir. 1935’te müze haline getirilen cami, halen müze olarak kullanılmaktadır. Kütüphanesinde 5275 eski eser vardır.

Hırka-ı Şerif Camii: Fatih Atikali semtindedir. Sultan Abdülmecid Han tarafından 1850’de yaptırılmıştır. Planı, Peygamber efendimizin, Veysel Karani hazretlerine hediye ettiği mübarek Hırka-i şeriflerinin ziyaretine ve muhafazasına uygun olarak yapılmıştır. Mihrap ve minber al somaki mermerdendir.

Aziz Mahmûd Hüdayi Camii: Üsküdar’da Hüdai sokağındadır. 1855’te Sultan Abdülmecid Han tarafından yaptırılmıştır. Yanında büyük alim Aziz Mahmûd Hüdayi hazretlerinin ve yakınlarının türbe ve kabirleri vardır.

Selimiye Camii: Selimiye kışlası karşısındadır. Sultan Üçüncü Selim Han tarafından 1803’te yaptırılmıştır. Caminin içi mermer, ağaç oyma ve nakış işçiliği bakımından zengindir. Yanında okul, muvakkıthane ve hamam vardır.

Rüstem Paşa Camii: Eminönü’nde Hasırcılar Çarşısında sadrazam Rüstem Paşa tarafından 1560’ta Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Altında 16 dükkan bulunan cami, Osmanlı çini mimarisinin en zengin örneklerindendir.

Hamidiye (Yıldız) Camii: Beşiktaş’ta Yıldız Sarayı yakınında Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından 1886’da yaptırılmıştır. Planını ve süslemelerinden bir bölümünü sultan bizzat kendisi yapmıştır. İkinci Abdülhamid Han, Cuma namazlarını ve bayram namazlarını burada kılar ve muayede denilen bayramlaşma burada yapılırdı.

Dolmabahçe Camii: Dolmabahçe Sarayının yan tarafında Bezm-i Âlem Valide Sultan tarafından yapımı başlatılmış, 1852’de Sultan Abdülmecid Han tarafından tamamlanmıştır. Cami ampir ve barok mimarisinin karışımıdır. Aşırı süslemesi ile ilgi çekmektedir.

Ortaköy (Büyük Mecidiye) Camii: Ortaköy İskelesi yakınındadır. Sultan Abdülmecid Han tarafından 1853’te yaptırılmıştır. Çeşitli zamanlarda tamir görmüştür. Barok mimari tarzına göre yapılmıştır.

Teşvikiye Camii: Şişli Teşvikiye’de Sultan Abdülmecid Han tarafından 1854’te yaptırılmıştır. Son devir Osmanlı mimari özelliklerini taşıyan caminin tavanı renkli nakışlarla süslüdür.

Nusretiye Camii: Tophane’de Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1826’da imar ettirilmiştir. Bu caminin yerinde Sultan Üçüncü Selim’in yaptırdığı Tophane-i amire Arabacılar Kışlası Camii vardı. Bu cami yanınca yerine Nusretiye Camii inşa edilmiştir. Cami, Barok üslûba göre yapılmıştır. Caminin iç duvarlarındaki Amme sûresini meşhur hattat Rakım Efendi yazmıştır. 1955-1958 arasında tamir görmüştür.

Valide Camii: Aksaray’da Sultan Abdülaziz Hanın annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından 1869-1871 arasında yaptırılmıştır. Camide gotik, klasik ve Hint mimari üsluplarının tesiri görülür.

Emirgan Camii: Boğaziçi’nde Emirgan semtindedir. Sultan Birinci Abdülhamid Han tarafından 1782’de yaptırılmıştır. Caminin yanında Hünkar Dairesi bulunmaktadır. Köşesindeki muvakkıthane, Sultan Abdülmecid Han tarafından yaptırılmıştır.

Arap Camii: İstanbul’un fethi için 714’te gelen hazret-i Mesleme tarafından Beyoğlu semtinde Haliç kenarında yaptırılmıştır. Emevi ordusu Şam’a geri dönünce, Dominiken rahipleri burasını kilise haline getirdiler ise de, Dördüncü Murad Han zamanında tekrar camiye çevrilmiştir. Sultan Birinci Mahmûd Hanın annesi Saliha Sultan, bu camiye şadırvan ve ilaveler yaptırmıştır.

Bali Paşa Camii: Fatih’te Bali Paşa Caddesi üzerindedir. 1504’te İkinci Bayezid Hanın kızı Hüma Hatun tarafından eşi Sadrazam Bali Paşa adına yaptırılmıştır. 1894 zelzelesinde çöken kubbesi 1939’da Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından tekrar yaptırılmıştır. Tek şerefeli minaresi sağdadır. Kesme taştandır.

Ağa Camii: Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde olup, 1597’de Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Tek kubbeli olan caminin saçakları işlemelidir. İç duvarlar mavi, pencere içleri yeşil Kütahya çinileriyle kaplıdır. Mihrabı taştan, minberi ise oymalı tahtadır.

Cihangir Camii: Fındıklı sırtlarında Boğaz’a nazır bir tepe üzerindedir. Kanûni Sultan Süleyman tarafından oğlu Şehzade Cihangir adına 1559’da Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Altı yangın geçiren cami, 1889’da İkinci Abdülhamid Han tarafından yeniden yaptırılmıştır. İki minaresi olan cami barok uslûbundadır.

Fındıklı Camii: Fındıklı’da deniz kıyısında İstanbul kadısı Molla Mehmed Çelebi tarafından 1589’da Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Sanat değeri çok yüksektir.

İskender Paşa Camii: Fatih’te Sofular Mahallesindedir. Sultan İkinci Bayezid Hanın vezirlerinden İskender Paşa tarafından 1505’te yaptırılmıştır. Çeşitli dönemlerde tamir görmüştür. Terkim Mescidi de denir.

Ayazma Camii: Üsküdar’da Kızkulesi karşısında tepe üzerinde Sultan Üçüncü Mustafa Han tarafından 1760’ta yaptırılmıştır. Hünkar mahfilinin duvarları İtalyan çinileri ile kaplıdır. Bahçesinde birçok kabir vardır.

Mümin gönüllerinin feyz alıp huzur bulduğu İstanbul camileri yerli ve yabancı ressamlar ile fotoğrafçılara da en nefis manzaraları sunmaktadır. Şairlerin gönüllerini coşturan bu muhteşem abide eserler için Türk edebiyatında yüzlerce şiir yazılmıştır. Bunlardan Yahya Kemal Beyatlı’nın aşağıdaki şiiri, İstanbul camilerini en iyi anlatanlardan biridir.

SÜLEYMÂNİYE’de BAYRAM SABAHI

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede, Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye’de. Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. Gecenin bitmeğe yüztuttuğu andan beridir, Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!.. Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu... Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık, Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya. Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor. Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı Adamış sevdiği Allahına bir böyle yapı. En güzel mabedi olsun diye en son dinin Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin. Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsi tepeyi; Taşımış harcını gazileri, serdarıyle, Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle. Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne, Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne, Ta ki geçsin ezeli rahmete rûh orduları... Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarı. Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; Ben de bir varisin olmakla bugün mağrûrum; Bir zaman hendeseden abide zannettimdi; Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi, Senelerden beri rü’yada görüp özlediğim Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allahı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı tekbir oluyor tek bir ses; Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi! Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri Dinliyor vecd ile tekrar alınan tekbiri; Ne kadar saf idi siması bu mü’min neferin! Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin? Ta Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli. Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli; Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz, Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz; Vatanın hem yaşayan varisi hem sahibi o, Görünür halka bu günlerde teselli gibi o, Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde. Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri, Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı, bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar’dan mı? Hisar’dan mı? Kavaklardan mı? Bursa’dan, Konya’dan, İzmir’den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, ta Bayezid’den, Van’dan, Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan. Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını, Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını. Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor. Kosova’dan, Niğbolu’dan, Varna’dan, İstanbul’dan... Anıyor her biri bir vak’ayı heybetle bu an; Belgrad’dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar’dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıradağlardan mı? Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor! Adalardan mı? Tunus’dan mı, Cezayir’den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübarek gemiler hangi seherden geliyor? Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine, Çok şükür Allah’a, gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla beraber bulunan ervahı. Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı. YAHYÂ KEMÂL BEYATLI Eyüp Sultan Türbesi: Eyüp Sultan Camii karşısında olup, 1458’de Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yaptırılmıştır. Bu türbede Resûlullah efendimizin mihmandarı Halid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensari hazretlerinin mübarek kabr-i şerifleri vardır. Türbeye Sultan Birinci Ahmed, Sultan Üçüncü Ahmed, Sultan Üçüncü Selim ve Sultan İkinci Mahmûd ekler yaptırmış ve değerli eşyalar koymuşlardır. Türbe, küfeki taşından yapılmış olup, sekiz köşeli ve tek kubbelidir.

Abdülfettah-ı Bağdadi Akri Türbesi: Üsküdar’da Bağlarbaşı ile Karacaahmed arasındaki ana cadde üzerinde Kartal Baba Camii karşısındadır. İslam evliya ve alimlerinin en büyüklerinden hazret-i Halid-i Bağdadi’nin talebelerinden olup, İstanbul halkını irşad ile görevlendirdiği halifesidir. Türbesinin üzeri açıktır.

Aziz Mahmûd Hüdayi Türbesi: Üsküdar’da aynı isimle anılan caminin bahçesindedir. Büyük alim Aziz Mahmûd Hüdai hazretlerinin kabr-i şerifi buradadır. Türbenin kabirleri yanında akrabalarının ve halifelerinin kabirleri vardır. (Bkz. Aziz Mahmûd Hüdai)

Murad-ı Münzavi Türbesi: Eyüb Nişancasında Münzavi Camii karşısındadır. İstanbul’da medfûn bulunan en büyük üç evliyadan biri olan Murad-ı Münzavi hazretlerinin kabr-i şerifi buradadır. Yıkılmak üzere olan türbe 1992 yılında Hak-Yol Vakfı tarafından restore edilmiştir.

Mehmed Emin Tokadi Türbesi: Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Piri Paşa Medresesi kabristanında, üstü açık türbedir. Evliyanın meşhurlarından olan Mehmed Emin Tokadi hazretleri medfûndur.

Fatih Sultan Mehmed Türbesi: Fatih Camiinin avlusunda, kıble yönündedir. Fatih Sultan Mehmed Han medfundur. Sekizgen planlı ve tek kubbelidir. Çeşitli zamanlarda tamir görmüştür.

Yavuz Sultan Selim Türbesi: Yavuz Selim Camiinin kıble istikametinde ve mihrabın önündedir. Türbede Yavuz Sultan Selim medfundur. Sandukasının üzerinde, Mısır Seferi dönüşünde şeyhülislam İbn-i Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftanı vardır. Bu türbenin yanında Osmanlı sülalesine ait altı türbe vardır.

Kanûni SultanSüleyman Türbesi: Süleymaniye Camiinin bahçesindedir. Mimar Sinan tarafından 1566’da yapılmıştır. Sekiz köşeli ve kubbelidir. İçinde üçü padişahlara ait olmak üzere yedi sanduka vardır.

Emir Buhari Türbesi: Fatih ilçesi, Emir Buhari sokağındadır. Kesme taştan kubbeli bir yapıdır. Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin talebelerinden Emir Ahmed Buhari medfundur. Darüsseade Ağası Cevher Ağa yaptırmıştır.

Sultan İkinci Mahmûd Türbesi: Divanyolu’ndadır. Sultan Abdülmecid 1840’ta babası İkinci Mahmûd Han için yaptırmıştır. Sekiz köşeli, tek kubbeli bir yapıdır. İçinde on bir sanduka vardır. İkinci Mahmûd Han, Abdülaziz Han, İkinci Abdülhamid Han ve yakınları medfundur.

Sümbül Efendi Türbesi: Koca Mustafa Paşa Camiinin önündeki mezarlıktadır. On dokuzuncu asrın başlarında yaptırılmış olup, şehrin önemli ziyaret yerlerindendir. Büyük alim Sümbül Efendi ve serasker Rıza Paşa medfundur.

Merkez Efendi Türbesi: Topkapı semtinde Merkez Efendi Mezarlığının arkasındadır. Önemli ziyaret yerlerindendir. Büyük alim Merkez Efendinin sedef kakmalı parmaklıkla çevrili sandukası bulunmaktadır.

Zenbilli Ali Efendi Türbesi: Zeyrek Yokuşu başında yaptırdığı mescid ve mektebin yanındadır. Çok büyük bir zat olan Zenbilli Ali Efendi 23 sene şeyhülislamlık makamında bulunmuştur.

Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi: Beşiktaş meydanındadır. Mimar Sinan yaptırmıştır. Sekiz köşeli ve tek kubbelidir. Barbaros Hayreddin Paşanın sandukası bulunur. Denizlerin evliyası ve büyük Türk denizcisi, Preveze Savaşının muzaffer amirali Barbaros, devrin bütün denizlerinde Osmanlı donanmasını hakim kılan bir kahramandır.

Sokullu Mehmed Paşa Türbesi: Eyüp, Camikebir caddesinde olup, 1579’da Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Türbede bulunan üç sıra halinde 17 sandukada, Sokullu Mehmed Paşa, eşi İsmihan sultandan doğma İbrahim Paşa, Sadrazam Lala Mehmed Paşa ve Sokullu Mehmed Paşanın yakınları yatmaktadır.

Ebüssü’ûd Efendi Türbesi: Sokullu Mehmed Paşa türbesinin karşısındadır. Büyük alim ve şeyhülislam Ebüssü’ûd Efendi ve yakınlarının kabirleri vardır.

Hazret-i Yûşa Türbesi: İstanbul Boğazının Anadolu Kavağı ile Beykoz arasında Yûşa Tepesindedir. Yûşa aleyhisselamın mübarek kabirlerinin Halep, Nablus, Gaziantep ve Bağdat’ta olduğu rivayetleri de vardır. Buradaki kabrin ona ait olduğu kesin değildir. Hazret-i Yûşa, hazret-i Mûsa aleyhisselamın kızkardeşinin oğludur ve ölümünden sonra, ona halef olmuş bir peygamberdir. İstanbul’daki makamı çok ziyaret edilen bir yerdir.

Telli Baba Türbesi: Rumeli Kavağı yolu üzerindedir. Çok ziyaret edilen bir türbedir.

İbn-i Kemal PaşaTürbesi: Edirnekapı Mezarlığında üstü açık bir türbedir. Kanûni devri şeyhülislamlarından büyük alim İbn-i Kemal Paşa medfundur. Müftiyü’s-Sekaleyn ismi ile meşhur olup, insan ve cinlere fetva verirdi.

Gazi Osman Paşa Türbesi: Fatih Camii bahçesindedir. Sultan Mehmed Reşad Han tarafından yaptırıldı. 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde Plevne’yi kahramanca savunan Gazi Osman Paşa medfundur. Dört köşeli ve tek kubbelidir.

Rüstem Paşa Medresesi: Cağaloğlu’nda Rüstem Paşa tarafından 1550’de Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Dış duvarları sekiz köşelidir. Avlu çevresinde 22 oda ve bir dershane-mescid vardır. Medrese mimarisinde orjinal bir denemedir.

Koca Sinan Paşa Medresesi: Divanyolu’ndadır. 1594’te yapılmıştır. Bağımsız medrese yapılarının güzel örneklerindendir. Dilim kemerli medrese, günümüzde İktisat Fakültesi olarak kullanılmaktadır.

Gazanfer Ağa Medresesi: Sarachane’de Bozdoğan kemeri yanındadır. 1599’da yaptırılmış olup, bağımsız medreselerin orjinal örneklerindendir. 14 taş odası vardır. Günümüzde belediye müzesi olarak kullanılmaktadır.

Hasan Paşa Medresesi: Bayezid’de Mimar Çelebi Mustafa tarafından 1745’te yapılmıştır. Barok üslupla yapılan ilk örneklerdendir. En önemli özelliği iki katlı olmasıdır. Alt katta dükkanlar vardır. Günümüzde Türkiyat Enstitüsü olarak kullanılmaktadır.

Galata Mevlevihanesi: Galata Tünel Meydanındadır. İstanbul’da bulunan Mevlevi tekkelerinin en büyüğüdür.Kulekapısı Mevlevihanesi olarak da bilinir. 1491’de İkinci Bayezid Hanın vezirlerinden İskender Paşa tarafından yaptırılmıştır. Çeşitli zelzele ve yangınlarda zarar gören tekke birçok defa tamir edilmiştir. Günümüzde Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılmaktadır. Müzede birçok divan şairinin eserlerinden örnekler yer alır.

Bereketzade Çeşmesi: Galata semtinde Bereketzade Camii yanında olup, 1467’de Fatih’in müezzini Bereketzade yaptırmıştır. İstanbul’daki en eski Osmanlı çeşmelerinden biridir. Saliha Sultan tarafından tamir edilmiştir.

Bezm-i Âlem Valide Sultan Çeşmesi: Beşiktaş-Maçka arasında Spor Caddesi üzerindedir. Sultan Abdülmecid Han tarafından 1839’da annesi hayrına yaptırılmıştır. Üzerindeki kabartma süsler ve çeşitli motiflerin sanat değeri büyüktür.

Üçüncü Ahmed (Sultan Ahmed) Çeşmesi: Ayasofya Camii yanındadır. Üçüncü Sultan Ahmed Han adına, İbrahim Paşa 1728’de Başmimar Mehmed Ağaya yaptırmıştır. Sanat değeri çok büyüktür.

Alman Çeşmesi: Sultanahmed Meydanında Birinci Ahmed Hanın türbesinin karşısındadır. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1898’de İstanbul’a ikinci gelişinin bir hatırası olarak 1900’de Şecer-i Vakvak adlı çınarın yerine yapılmıştır. Sekiz dilimli ve kemerli kubbesi vardır.

Tophane Çeşmesi: Tophane semtinde Kılıç Ali Paşa Camiinin yanındaki meydandadır. Birinci Mahmûd Hanın annesi Saliha Sultana bir hediye olarak 1732’de yaptırılmıştır. Çok süslü olan çeşme Türk rokoko üslûbundadır.

Kapalıçarşı: Nûruosmaniye, Bayezid, Mahmûdpaşa ve Mercan camilerinin çevrelediği 30.700 m2lik bir yer kaplayan üstü kubbe ve kemerlerle örtülü büyük bir çarşıdır. İlk defa 1461’de Fatih devrinde, sonra Kanûni devrinde ahşap olarak yapıldı. 1651, 1710 ve 1825 yangınları ile 1894 zelzelesinden sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han bugünkü kagir biçimiyle 1890-1894’te yaptırdı. 8’i büyük 18 kapısı, 65 sokak, 400 dükkan, 20 han, 1 okul, 1 cami, 1 mescid, 1 kitaplık, 7 çeşme, 1 dolaplı kuyu, 1 acı akarsu, şadırvan ve 1 sebil bulunmaktadır.

Mısır Çarşısı: Eminönü Yeni Cami arkasındadır. Burada Ceneviz ve Venediklilerin çarşısı vardı. Turhan Valide Sultan burasını medrese haline getirdi. Sonra çarşıya çevrildi. 1869 ve 1940’ta iki yangın geçirdi. 86 dükkan vardır.

Simkeşhane: Bayezid’de cadde üzerindedir. Üç katlı, tek avlulu han planında yapılmıştır. İstanbul’un fethinden sonra yapılan ilk darphane olup, ilk sikke burada bastırılmıştır. Günümüzde büyük tamir gören yapı, halk kitaplığı olarak kullanılmaktadır.

Balkapanı Hanı: Yeni Cami ile Küçükpazar arasındadır. İstanbul hanlarında görülen yapı şekli yanında, Bizans yapı tekniği gösteren tek eserdir. Yapım tarihi ve mimarı belli değildir. İlk günkü orijinalliğini koruyarak günümüze ulaşmıştır.

Çuhacı Hanı: Nûruosmaniye Camii yakınındadır. On sekizinci asırda Damad İbrahim Paşa yaptırmıştır. Orijinalliğini koruyarak günümüze ulaşmıştır.

Bayezid Kulesi: Bayezid’de Üniversite bahçesindedir. 85 m yükseklikte 180 basamaklıdır. İlk olarak 1749’da ahşap olarak yapıldı. Birkaç kere yandı ve yeniçeri ayaklanmasında yıkıldı. 1828’de Sultan İkinci Mahmûd Hanın emriyle serasker Hüseyin Paşa kagir olarak yaptırdı.

Ahırkapı Fener Kulesi: Cankurtaran semtindedir. Sultan Üçüncü Osman zamanında kaptan-ı derya Süleyman Paşa tarafından yaptırılmıştır. Yüksekliği 36.27 metredir.

Galata Kulesi: Karaköy-Tünel arasında silindir biçiminde 68 m yüksekliktedir. Yedinci asırda Zenon tarafından yapılan ahşap kulenin devamıdır. Cenevizliler, kendilerine geçen bu kuleyi büyütmüşlerdir. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmûd zamanında yangın geçirmiştir. 1875’te son olarak tamir edilmiştir. 1717-1962 arasında yangın gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır. Günümüzde restore edilip döner lokanta olarak kullanılmaktadır.

Kız Kulesi: Üsküdar sahilinde denizin içinde çok eski devirlerde yapılmıştır. Top ve cephane bulunurdu. Buraya fener konulmasını Sultan Üçüncü Ahmed Hanın sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa emretmiştir.

Çemberlitaş: Çemberlitaş meydanında 57 m yükseklikte bir sütundur. Frikyalılar devrine ait olup, Afyon civarındaki bir tapınaktan getirilmiştir.

Burma Sütun: Yılanlı sütun olarak da bilinir. Sultanahmed Meydanındadır. Yılan başları İstanbul Arkeoloji Müzesi ve British Museum’dadır.

Dikilitaş: Sultanahmed Meydanındadır. Mısır’da Helvapolis şehrine Firavun Üçüncü Tutmasis’in M.Ö. 1547’de diktiği taş buraya getirilerek dikilmiştir. Üzerinde Hiyeroglif yazılar vardır.

Kıztaşı: Fatih’te Kıztaşı semtindedir. 10 m yükseklikte tek parça granittir.

Bozdoğan Su Kemeri: Fatih Camii ile Şehzadebaşı Camii arasında uzanan Bizanslılardan kalma bir su kemeridir. İlk defa 378’de yapılan kemerin bugünkü hali 760’ta yaptırılmıştır. Mimar Sinan tarafından restore edilen kemer, 1697’de de tamir gördü. Bugün yeniden restore edilen kemerlerin Fatih ile Şehzadebaşı Camii arası 592.4 metredir.

Darülaceze: Şişli Okmeydanı’ndadır. Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından fakirlerin, korunmaya muhtaç çocukların, yaşlıların bir çatı altında toplanması için yaptırılmıştır. 31 Ocak 1896’da törenle açıldı. İki hastane, 1 erkek ve kadın hamamı, mutfak, iş yeri, çocuk yuvası, yetimhane, cami ve kiliseden ibarettir.

Kuleli Askeri Lisesi: Vaniköy ile Kandilli arasında deniz kenarında çift kulesi ve haşmetli duruşu ile Boğaziçi’ni süsleyen bir eserdir. Yavuz Sultan Selim Han zamanında (Kule Bahçesi) ismiyle anılırdı. Kanûni Sultan Süleyman buraya kasr yaptırmıştır. Sultan İkinci Mahmûd zamanında süvari kışlası oldu. Kırım harbinden dönen İngilizler bu kışlayı kasten yaktılar. Sultan Abdülaziz Han yanan kışlayı yeniden yaptırmış ve Kuleli Kışla denilmiştir. 1878’de Kuleli Askeri İdadisi ismini aldı. Balkan Harbinde hastane oldu. 1924’te Kuleli Askeri Lisesi ismini aldı.

Selimiye Kışlası: Sultan Üçüncü Selim Han tarafından 1805’te yaptırılmıştır. Taş üzerine ahşap olarak yapılan binada, önce Nizam-ı Cedid, daha sonra da Sekban-ı cedid askerleri iskan edildi. Yeniçeri isyanı sırasında yanan kışlayı, İkinci Mahmûd Han yeniden yaptırdı ve Asakir-i Mansûre-i Muhammediye askerlerini buraya yerleştirdi. Sultan İkinci Abdülhamid devrinde tamir gören kışla, cumhûriyet döneminde önce askeri ortaokul, daha sonra da Birinci Ordu karargahı oldu.

Mimar Sinan Köprüsü: Büyükçekmece ilçesindedir. Kanûni Sultan Süleyman Han zamanında inşasına başlanan köprü, İkinci Selim Han zamanında tamamlanmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Büyükçekmece Gölü ile denizi birleştiren boğaz üzerinde yapılmış olup, günümüzde restore edilerek trafiğe açılmıştır.

Mecidiye (Galata) Köprüsü: Eminönü ile Karaköy arasını birleştirir. İlk köprü, 1845’te Sultan Abdülmecid Han tarafından tersanede (500 m) imal edildi. 1863’te ahşap olarak Sultan Abdülaziz yeniden yaptırdı. 1870’te ise demir köprüye çevrildi. Bugünkü köprü, 14 Nisan 1912’de yaptırıldı. 462 m uzunlukta ve 25 m eninde dubalar üzerinde yüzer köprüdür. Yanına yenisi yapılmakta olup, eskisi deniz müzesi olarak kullanılacaktır.

Âtıf Efendi Kütüphanesi: Şehzadebaşı’ndadır. Şair, hattat ve maliyeci Âtıf Efendi kurmuştur. 13.999 eserin 2588’i yazma ve 11.414’ü basma olup, eski eserlerdir.

Ragıp Paşa Kütüphanesi: Laleli’de Ordu Caddesindedir. 1763’te Ragıp Paşa kurmuştur. 1274 yazma ve 2269 basma olarak 3543 eski ve 2114 yeni eser vardır. Ayrıca çocuk kitaplığı bölümü vardır.

Hüsrev Paşa Kütüphanesi: Eyüp Bostan İskelesi sokağındadır. 1839’da Sadrazam Hüsrev Paşa yaptırmıştır. 15.000 cilt kitap bulunur.

Murad Molla Kütüphanesi: Fatih Çarşamba, Murat Molla Sokağındadır. 1775’te Murad Molla kurmuştur. 7000 eserin iki bini Osmanlı devrine aittir.
Mesire yerleri:
İstanbul tabii güzellikler açısından çok zengindir. Uygun iklim şartları, zengin su varlıkları, ili tabii güzellikler yönünden dünyanın sayılı yerlerinden biri durumuna getirmiştir.

Çamlıca Tepeleri: İstanbul’un en eski mesire yerlerindendir. Temiz havası ve İstanbul’un her yanını gören manzarası ile meşhurdur.

Belgrad Ormanı: İstanbul’un en büyük ağaçlık arazisidir. Meşe, ıhlamur, çınar, kayın, kestane ve gürgen ağaçları ile kaplıdır. İçinde yedi bent, üç fidanlık ve av hayvanı üretme alanları bulunan ormanda, karaca, tavşan, yaban domuzu, tilki, çulluk, yaban ördeği gibi hayvanlar vardır. Ormanın 700 dönümlük alanı halka açık piknik yeri olarak düzenlenmiştir.

Yıldız Parkı: Beşiktaş sırtlarındadır. Yıldız Sarayının bahçesi olup, bugün park haline getirilmiştir. Servi, badem ağacı, akasya ve akçaağaçlarla kaplıdır. Göller, havuzlar, su kanalları, Boğaz ve Marmara manzaraları ile çok güzel bir mesire yeridir.

Emirgan Parkı: Emirgan semtinin üst kısmında Baltalimanı’ndan İstinye Koyuna kadar uzanan yeşil alanı içine alır. Çam, servi, köknar, İzmir söğüdü, salkım söğüt, kestane, meşe dişbudak, ıhlamur, armut, erik, kiraz, ayva, şeftali ve ceviz ağaçları ile kaplıdır. Her sene, mayıs ayında parkta lale bayramı kutlanır.

Abraham Paşa Korusu: Beykoz ile Paşabahçe sırtlarında yer alan boğaz manzaralı bir mesire yeridir. Koruda az rastlanan ilginç ağaçlar ile iki büyük mağara vardır.

Gülhane Parkı: Topkapı Sarayı ile Sarayburnu arasında yer alır. Topkapı Sarayının dış bahçesi olarak tarihi önem taşır. Şehremini Operatör Cemil Paşa zamanında park haline getirilmiştir.
İçmeler ve kaplıcalar:
Türkiye’nin en meşhur kaplıcalarından olan Yalova Kaplıcaları ile Tuzla İçmeleri İstanbul sınırları içindedir.

Tuzla İçmeleri: Pendik ilçesinin, Tuzla semtindedir. Çok eski tarihlerden beri kullanılmıştır. Deniz kıyısındadır. Küçük içme suyu idrar artırıcı özelliğe sahiptir. Büyük içme suyu ise mide, barsak, karaciğer, pankreas gibi organların salgıları üzerinde etkilidir. Bu yüzden gastrit, barsak parazitlerinde ve safra kesesi rahatsızlıklarında kullanılır.

Pipes Output

Blog Archive

etiket bulutu

Widget edited by Davut Erarslan